İnsanoğlunun Kibri, Her Yere Her Binayı Yapabileceğini Sanmasıdır...

Stefan Behnisch

1957 yılında Stuttgart’ta doğan ünlü Alman mimar Stefan Behnisch, Münih Olimpiyat Stadı’nın mimarı Günter Behnisch’in oğludur. Behnisch Architekten mimarlık bürosunun sahibi olan Behnisch, sürdürülebilir mimarlığın dünyadaki önemli temsilcilerinden biridir. Sürdürülebilirlik merkezli mimarlık pratiğiyle RIBA Ödülü başta olmak üzere çok sayıda ödüle layık görülen Behnisch Architekten, çevresel duyarlılıklı bir çalışma gündemine doğru evrilen mimarlığın en önemli temsilcilerindendir. Bizde Almanya dosyamız içerisinde sürdürülebilir mimariyi Stefan Behnisch’e sormadan edemedik. Keyifli okumalar...


“Yeşil”, “sürdürülebilir” ve “ekoloji” gibi kavramlar hayatımıza yakın zamanda girdi ve birçok yönüyle tartışılıyor. Bugünlerde moda olan konulardan biri de sürdürülebilir mimari. Sürdürülebilir ve çevre dostu mimari tasarımlar üzerine düşünceleriniz nelerdir?
Sürdürülebilir tasarım yaklaşık yirmi yıldır kullanılan bir kavram. Aslen orman ağaçlarından gelen ‘sürdürülebilirlik’ terimi, zaman içerisinde tekrar büyüyebilecek miktardan daha fazlasını hasat etmemenizi önermektedir. Bugün aynı zaman içerisinde yeniden oluşan fosil yakıtın çok daha fazlasını kullandığımız için yöntemimizin sürdürülebilir olduğu söylenemez.

Yapı sektörü ısınma sebebiyle; fosil yakıtların, elektrik kullanımının ve temel inşa ve fabrikasyon süreçlerinin ana tüketicilerinden biri. Bu sebepten dolayı inşaat endüstrisi yakın zamanda genel enerji kullanımını en aşağıya çekmeye çalışmıştır.

Enerjiye ulaşım sorunu yapı sektöründe yaklaşık seksen yıl önce sorun haline geldi. Bunun öncesinde binlerce yıldır insanlık en azından enerji tüketimi açısından doğa ile uyum içinde yaşayabilmekteydi.

İnsanlık tarihi birkaç yüzyıldır insanlığın Dünya’nın doğal kaynakları ile uyumlu halde olmadığını göstermekte. İnsanlığın sebep olduğu ilk büyük facia ise Akdeniz çevresindeki ormanların geniş tarlalar açma ve yakacak odun toplama amacıyla kesilmesiydi.

Şu an yapılı çevreyi daha sürdürülebilir kılarak elde etmeye çalıştığımız şey ise en basit şekliyle seksen yıl öncesine, çevremizin hala sürdürülebilir olduğu zamana geri dönmek. Bugün yüksek bir yaşam kalitesini muhafaza ederken daha sürdürülebilir bir yapılı çevre yaratmak için teknik imkanlara sahibiz. Lakin daha fazla sürdürülebilir olmak için konforu yeniden tanımlamamız gerekmekte. Konfor kışın ve yazın aynı kapalı mekan iklimini deneyimlemek ise, yazın soğukluk kışın sıcaklık bir imtiyaz olarak görülmeye devam ettiği sürece amaçlarımıza ulaşamayacağız.

Orta Avrupa’da sürdürülebilirlik çoğunlukla nicel açıları ile tanımlanmaktadır. Metrekare için kilovat-saatlerden bahsedip yıllık ne kadar enerji kullandığımızı sormaktayız. Bu sürdürülebilir yapı çevresinin asıl anlamına denk düşmemektedir. Aynı zamanda sürdürülebilirliğin niteleyici açılarını da dikkate almalıyız. Binanın yapılmaya değer olup olmadığını düşünmeliyiz. Binanın kullanıcı deneyimini, binanın sağlığını, binanın kültürel, coğrafi, meteorolojik, iklimsel ve topografik bağlamlarını dikkate almalıyız. Yani kısaca binanın usulen söylendiği haliyle Genius Loci’sini (yerin kendine özgü atmosferi) hesaba katmalıyız. Çevreleri ve kültürel bağlamlarından tecrit edilmiş binalar yapmaya girişmemeliyiz. Bu durum modern akımın kusurlarından biridir ve daha sonradan uluslararası bir stil olmuştur. Bunun nedeni insanlık kibrinin bizi her yere her binayı yapabileceğimize inandırmasıdır. Binanın gezegenin her yerinde aynı görünmesi gerektiğini düşündük. Çoğu zaman binanın çevresel ve kültürel koşullarını göze almadık. Bunun sonucunda ise mimari eksiklerini enerjiyi haddinden fazla kullanıp kapatarak telafi eden binalar yapar olduk.

Konut sektörü sürdürülebilir, yeşil ve yeniliklere açık tasarımların ortaya çıkması için güzel bir fırsat sunsa da, kamu ve ticari binalarının bu modayı aynı şekilde takip ettiğini söyleyebilmekte miyiz?
Sürdürülebilir yapılı çevre hareketinin konut sektöründe ortaya çıktığı doğrudur. 60’lı yıllarda hippilerin Kaliforniya gibi yerlerde, doğal çevremize daha az müdahale eden yapılar inşa etmelerine dayanır. Bunun bir dolu örneği bulunmaktadır. Bu ekol sessiz bir şekilde sürmeye devam etmiş, çevre sorunlarının farkındalığı uluslararası bir hareket halini aldıktan sonra da büyümüştür. Şimdilerde neredeyse her iklimde artı enerji evler üretebilmekteyiz. Enerjiyi sadece asgari düzeyde kullanan çok rahat evler yapabiliyoruz. İnşaat sektöründe bina materyalinde girişik enerjiyi dikkate alıp sıfır enerjili binaları -yalnızca kullandıkları enerjiyi değil aynı zamanda yapımlarında kullanılan enerjiyi de telafi eden evler- teşvik edecek kadar eğitimliyiz.

Ancak ticari binalarda iş biraz değişmekte. Genel olarak az enerji kullanan kamu ve ticari binalar yapabilmekteyiz. Sorun bu bina tiplerinin, mesela idare binaları gibi, çok miktarda “priz yükü” barındırması. Bu binalarda çok miktarda bilgisayar ve yazıcı bulunmakta, mutfakları ve restoranlarında kahve makinaları barındırmakta ve aşırı miktarda elektrikli aydınlatma kullanmaktalar. Fotovoltaik levhalar ve LED aydınlatma sistemleri gibi teknik stratejiler bu binaları biraz daha enerji tasarruflu kılmamıza yardım etmekte. Ancak her şeye rağmen bu binaları kontrol etmek oldukça güç. En büyük sorunlardan biri kişinin çalışma alanındaki davranışının evindeki tutumundan farklı olması. Çalışanlar bu binalarda harcanan enerjiyi ödemedikleri için boşa harcanan enerjiden sorumlu tutulmuyorlar. Bu yüzden kullanıcı davranışı büyük ölçekli binalarda verimli enerji planlamasını güçleştiriyor. Bazen otomatik bina kontrol sistemleri gerekli oluyor, bu da binayı iyice karmaşık hale sokuyor.

Diğer yandan ise neredeyse her zaman az da olsa enerji tasarrufu sağlayabilmekteyiz. Öncelikle, bu tür binalar genelde enerjiyi boşa harcadığı için enerji maliyetini %70’lere kadar düşürmek o kadar da zor ya da karmaşık değil. Ancak geriye kalan %30’u kısmak çok zor, pahalı, hatta kullanıcı tutumu değişmediği müddetçe neredeyse imkansız. Günümüzde büyük ölçekli kamu ve ticaret binalarını yeniden düşünmek daha sürdürülebilir bir çevre yaratmak konusunda odak noktalarından biridir.

Mülkiyet sistemi, büyük ölçekli özel binaları sürdürülebilir kılmakta başka bir zorluk sunmaktadır. Binayı yapan ekip, ürettiği bina satıldığı ya da kiraya verildiği an sahip olmayı bırakıyor. Bu da onların binanın enerji kullanımı konusunda sorumluluk duymamalarını sağlıyor. Binadan ve kullanıcılarından fazlasıyla uzak bir durumda oluyorlar. Enerji ise hala büyük bir fark yaratmayacak kadar ucuz.

Kurumsal müşteriler, mekanlarını kaliteye önem vermeden kiralayabildikleri müddetçe verimli, ileriyi düşünen çevresel sistemlere yüklü miktarlarda para yatırma konusunda isteksizler. Ancak kiracılar enerji ve bakım masrafları konusunda farkındalık kazandıkları an bir şeyler büyük ölçüde değişecektir.

Sürdürülebilir tasarım aşamaları üzerine düşüncelerinizi alabilir miyiz? İnşa yöntemlerinin akılcılaştırılmasından elde edilen çıkar ve binanın sebebiyet verme olasılığı olan sağlık problemlerinin önüne geçilmesi ile elde edilen ekolojik kazançlar üzerine düşünceleriniz nelerdir? Benzer şekilde, doğru bina yapımı metodu ya da metotlarının neler olduğunu düşünüyorsunuz?

Eğer yalnızca inşanın matematiğine sırtınızı yaslarsanız müşteriyi sürdürülebilir yapılara ikna etmek zor. Mimar yatırımcıyı sürdürülebilirliğin bütüncül çıkarları konusunda eğitmek üzerine uğraşmalı.
Biz deneyimlerimizde sürdürülebilir binaların ekonomik olarak verimli olduklarını gördük. Yakın zamanda Hamburg, Almanya’da Unilever, ABD’de Cambridge, Massachusetts’te Genzyme Şirketi için sürdürülebilir genel merkez binaları inşa ettik. Bu binalar çok daha fazla doğal ışık almakta, daha az enerji harcamakta ve sağlıklı bir iç mekan ortamı sunmakta. Yeni ofis alanlarına yerleştikten sonra iki firma da işe alımların daha verimli olduğunu, çalışanların daha az hasta olduğunu ve çalışan performansının büyük ölçüde arttığını bize bildirdi.

Bu tür sürdürülebilir iş yerlerini tasarlarken başarılı olmamızın yolu entegre bir tasarım sürecinden geçmektedir. En başından itibaren müşterimiz ve mühendislerimiz ile yakın olarak çalıştık. Transsolar İklim Mühendisliği ve Buro Happold sıklıkla birlikte çalıştığımız iki tasarım ofisi. Yukarıda bahsi geçen iki projede tasarım ekibimizin danışmanları tasarım sürecine en başından itibaren müdahil oldukları için iş ilişkilerimiz çok başarılı gelişti. Örnek olarak, Transsolar genellikle kapalı mekan iklim şartlarını simüle etmemize yardımcı olur, bölgesel iklim trendlerini açıklar ve binanın enerji ihtiyaçlarını azaltma konusunda görüşlerini bizimle paylaşır. Buna ek olarak çoğu zaman LED ışıklar, aktif levhalar, yüksek verimli soğutma ve ısıtma sistemleri ve özellikli cepheler gibi inşaat bileşenleri üreten farklı şirketler ile yakın ilişkiler içerisinde bulunuyoruz.

Deneyimlerimiz bize sürdürülebilir binaların gitgide daha az yapı ürünü içerdiğini göstermekte. Birçok sürdürülebilir bina artık asma tavan kullanımı yerine bina kütlesini açığa vurmayı tercih ediyor. Daha az ek katman ve örtüleme kullanıyor, daha az sağlıksız materyal kullanımı yoluna gidiyor. Bu da geride kalan birimlerin ya da sanayi ürünlerinin gitgide daha kompleks bir hal alması sonucunu ortaya koyuyor.
Mesela beton, artık sadece bir yüke dayanım sistemi değil. Soğutma ve ısıtma tüpleri ve elektrik artık beton levhaların içine yerleştiriliyor. Cephe artık yalnızca dışarıya termal bir set çekmek ile kalmıyor, gün ışığı alımını iyileştirip doğal havalandırma sağlıyor. Bazı durumlarda iklimlendirme, ısıtma ve soğutma sistemleri, verimli vantilatör birimleri ve ısı değiştiriciler de bu cephe sisteminin içine yerleştirilebiliyor. Bu durumlarda bütün havalandırma sisteminde yetki dağıtımı yoluna gidiliyor, bu da bir kattan diğerine tavan yüksekliğinde alan kazanımı sağlıyor. Bir binanın gri ya da gömülü enerjisi dikkate alındığında binanın yapımında ne kadar az materyal kullanılırsa o kadar sürdürülebilir olmaktadır.

Mimarlar daha verimli ve dolayısıyla daha sürdürülebilir binalar yaratmak için inşaat firmaları ve mühendisler ile yakın ilişkiler içerisinde bulunmalılar. İnşaat teslimat metotları çalıştığınız ülkeden ülkeye değişiklik göstermektedir. Almanya’da çoğunlukla mimarın inşaat müdürü rolünü üstlendiği çok kademeli sözleşmeli bir sistem ile çalışmaktayız. Fransa, Amerika Birleşik Devletleri ya da Büyük Britanya gibi diğer ülkelerde her şey ana müteahhit üzerinden gerçekleşiyor. Bu ülkelerde yenilik getirme konusunda daha büyük zorluklar çektiğimizi söyleyebilirim. Ana müteahhitler genel olarak ilişki içinde bulunamadığımız bir taşeron firma ile çalışmayı tercih ediyorlar. Bu tür durumlarda yenilikçi fikirler ve konseptler yaratmak çok daha zor oluyor.
Daha önemlisi, ana müteahhit mantığının uzun süredir yaygın olduğu ülkelerde inşaat sektörünün zanaatkârlığı büyük oranda kaybettiğini gördük. Çok daha az yerel marangoz inşaat işiyle uğraşıyor ve ana iş bir taşerondan diğerine, o taşerondan ötekine devrediliyor, bu da, en sonunda müşteri ve mimarın inşaat sürecinde ve alan üzerindeki yönetimi kaybetmesine neden oluyor. Ne yazık ki bütün bunlar yeniliğe izin vermiyor.

Ekolojik ve sağlıklı bina yapmak için bir sertifika sistemi yeterli mi? İnsanların sertifikadan ziyade yararları ve öğretileri önemsemesi için neler yapılmalıdır?


Son on beş yıldır birkaç farklı sertifika sistemi ortaya çıktı. Başlarda bunların yüksek düzeyde yararını görüyorduk; çünkü sürdürülebilirliğe bir anlam katıyorlardı. İnsanlar birdenbire binalarının sürdürülebilir olduğunu gösterebilme imkanına sahip oldular. Enerji rakamlarını yayınlamak oldukça sıkıcıyken bunun aksine bir LEED Platin Sertifikası ya da DNGB Altın Sertifikası kazanmanın sembolik bir ağırlığı var, müşterinizin daha sürdürülebilir bir bina için para harcamaya niyetli olduğunu göstermekte. Hepimiz bu sertifikaların mükemmel olmadığını biliyoruz. Birçok insanın bu sertifikaları yapılacak işler listesine eklediğini ve mutlak minimum değeri elde etmek için ne gerekiyorsa yaptıklarının farkındayız. Bu sertifikalar sürdürülebilir bir bina teminatı vermemekte. Ancak onların da kendi yararları olduğunu söylemek gerekir.

LEED Platin sertifikasına sahip iki proje tamamladık ve deneyimimiz bize bu binaların daha verimli ve sürdürülebilir olduğunu gösterdi. En önemlisi, binanın kullanıcıları sürdürülebilir sertifikalı bir binada olduklarının farkına varıp tutumlarını daha sürdürülebilir bir çalışma şekline uyumlu olacak şekilde değiştirdiler. Ciddi ve dikkatli bir değerlendirme, sertifikasyon sürecinin birçok şey başardığını ortaya koyuyor. Eksikleri ise esnek olmayışları ve bu yolla olması gerektiği türde yenilikleri teşvik etmiyor olmaları. Size bir kontrol listesi veriyor ve bazı insanlar yalnızca bu listeyi doldurmaya çalışıyorlar. Daha yenilikçi bir bina ile daha yüksek bir derecelendirme elde edemiyorsunuz. Elbette yenilik nihai hedef olmak zorunda değil, ancak günümüzde araştırma ve dikkatli bir tasarım ile mimarlar enerji verimliliği sağlayabilen yenilikçi tasarım çözümleri üretebiliyor olmalı.

“Akıllı şehirler”, “akıllı binalar” kavramralarında kullanılan “akıllı” terminolojisi sıklıkla karşımıza çıkıyor. Bir mimar olarak, sizce binanın “akıllısı” ile insanın “akıllısı” arasındaki benzerlikler ve farklılıklar neler olmalıdır?

Genel varsayım bir enerji sorunumuzun olmadığı, ancak bir enerji yönetimi sorunumuzun olduğu yönünde. Yaptığımız her şey olabilecek en yüksek enerji talebini karşılamak üzerine planlanıyor. Ancak, enerji kullanımını dengeleyen akıllı sistemler belki nerede ihtiyaç duyduğumuzu anlamamızı sağlayıp, bu yolla enerji kullanımını büyük ölçüde düşüren, merkezi olmayan sistemleri teşvik edebilir.

Örnek olarak, bir evin ve bir ofisin enerji kullanımında azami talep dönemleri farklıdır. Buna ek olarak, evlerin genelde büyük biriktirme hazneleri bulunmaktadır; örnek olarak yerel sıcak su sistemleri gibi. Suyu gün içerisinde kullanılabilir olan fazla ısı enerjisi ile ısıtabiliyor olduğumuzu ya da çamaşırımızı hep fazla enerji olduğu zamanlar yıkadığımızı hayal edin. Yedek sistemlerinin ve bilgisayar sunucularının yalnızca geri dönüştürülmüş enerji ile çalışabildiğini, elektrikli arabalarımızın bataryalarını geri dönüştürülmüş enerji ile doldurduğumuzu hayal edin. Bütün bu sistemleri akıllı olarak idare etmeyi başarabilsek, yalnızca yeniden dağıtma yoluyla büyük bir miktar enerjiyi kurtarabiliriz.

Hatta her evin enerji ve sıcak su üretmek üzere küçük bir yakıt hücresine sahip olduğu bir akıllı enerji üretim şebekesi düşünelim. Eğer üretilen fazla elektrik şebekeye geri dönse merkezi güç istasyonlarımızdan kurtulabilirdik. Bu küçük, merkezi olmayan sistemler rahatlıkla kapatıp açılabilir ve talebe göre dengelenebilir.

Eğer bu akıllı şebekeler, enerji üretme üzerine diğer bildiklerimiz ile birleştirilse büyük enerji kazanımları sağlanabilir. Güneye bakan cephelerde fotovoltaik paneller ile solar enerji toplayabildiğimizi ve rüzgarlı günlerde rüzgar enerjisi üretebildiğimizi biliyoruz. Tüm bu sebeplerden dolayı akıllı şebeke ya da akıllı şehir konseptinin enerji üretimi ve enerji kullanımı için akılcı bir yöntem olduğunu düşünüyorum.

Mevcut bir yapı her yönüyle sürdürülebilirlik ilkelerine göre yenilenebilmekte. Sizce ekonomik/ekolojik kar dengesi ne olmalıdır? Ayrıca tarihi yapıları sürdürülebilir bir yaklaşım ile yenilerken hangi yollar izlenmelidir?


Beton binalarda gri enerjinin %60’ı ve kapitalin %25’i taşıyıcı sisteme gömülüdür. Beton bir binanın üst yapısını sökmek ve aynı yapıyı aynı yere yeniden inşa etmek sorumsuzca olur. Enerji yenilikleri düşündüğümüz binaların büyük bir çoğunluğu son yüzyılın ikinci yarısında yapılmış binalar. Bu binalar da genel olarak farklı bileşenlere ayrılabilmektedir. Taşıyıcı sistemi cepheden, elektrik sistemini mekanik sistemlerden ayırabiliriz. Bunlar bütünleşik sistemler olmadığı için bağımsız yenilenmeleri de mümkündür.

Almanya’da 1960’lar ve 1970’lerdeki prefabrik binalar üzerine de birkaç çalışma yaptık, gün ışığı faktörlerinin nasıl artırılabileceğini araştırdık. Bu binalarda da durum çok karmaşık değil.

Tarihi yapıları nasıl ele almamız gerektiği sorusu bana hep soruluyor. Benim kanaatim bu yapıları oldukları gibi bırakmamız gerektiği yönünde. Bu binalar var olan binaların içinde %1 ya da %2’den daha fazla yer teşkil etmiyorlar, neden bu binaları dikkate alalım? Neden ıslah edilmeye ihtiyaç duyan ve daha kolayca iyileştirilebilecek diğer, çok daha genç binaları odağımıza almayalım?
70’lerde, 80’lerde ve 90’larda yapılmış birçok bina tamamen mekanik donanımlı. Bu binalarda dıştan gelen enerji olmadan sağ kalmanız mümkün değil, bu binaları geliştirmek için uğraşmalıyız. Bu binaları iyileştirdikten sonra kendi tarihi binalarımız ile ne yapacağımızı belki düşünebiliriz. O zamana kadar tarihi yapıların inşaat sektörünün enerji tüketiminde önemli bir yer kaplamadığını eminim anlayacağız.

Sürdürülebilirliğin çeşitli faktörleri var. Enerji tüketimi bunlardan bir tanesi. Altyapı ve doğal kaynakları nasıl itina ile kullanacağımız konusu ise bir başka faktör. Su önemli bir doğal kaynak. Bu gezegenin bazı yerlerinde su çok kıymetli bazı bölgelerinde ise o kadar değil. Kültür, iklim ve coğrafi konum bir bölgenin su ile nasıl ilgilenmesi gerektiğine rehberlik etmekte.

Özellikle son 30 yıldır su çok kıymetli ve bir krize sebep olma beklentisi tartışılmakta. Projelerinizde su tasarrufu yöntemleriniz biraz bahsedebilir misiniz?


Suyu israf etmemeliyiz. Yağmur suyunu toplayıp sulama ve binanın gri su kullanımı için ayırmalıyız. Günümüzde pis suyu membranlar ile tüketilebilecek bir hale getiren filtreleme sistemlerimiz var. İdeal olarak alan üzerindeki suyu filtrelemeli ve olabildiği kadar çok tekrar kullanmalıyız.

Orta Avrupa’da bu suyun az bulunduğu bölgelerden daha az önem teşkil etmektedir. Avrupa ve Kuzey Amerika projelerimizde yaz aylarında sulama ve tuvalet sifonları gibi gri su kullanımları için yağmur suyu toplama sistemleri kullandık. Topladığınız suyu yeterince iyi filtre ederseniz içme suyu olarak bile kullanabilirsiniz. Su toplama farklı projelerde en basit düzeylerde yaptığımız bir şey. Biz yaptık. Çoğu mimar da yapmıştır.

Su toplama ve tekrar kullanımı suyun az ve kirli olduğu bölgelerde giderek daha çok önem kazanmakta. Bu bölgelerde suyu olabildiğince geri kazanmak için sofistike su filtreleme sistemleri kullanımını önerebiliriz.

Fotoğrafçılar:
- John and Frances Angelos Law Center, University of Baltimore, David Matthiessen (DM) ve Brad Feinknopf (BF)
- Ingolstadt Housing, Meike Hansen (MH +)
- Dorotheen Quartier, Behnisch Architekten


Yorum yaz...

Teşekkür ederiz. Yorumunuz onaylandıktan sonra yayınlanacaktır.
Üzgünüm. Yorumunuz gönderilemedi. Lütfen tekrar deneyin.
  • (Yayınlanmayacak)