Tasarımcı Olmak Apayrı Bir Olgu

Nursema Öztürk
NPlus Banyo Sponsorluğunda
Fotoğraf: Can Görkem Halıcıoğlu

Tasarımcı olmanın apayrı bir olgu olduğunu düşünüyorum, bu yaradılıştan mı, bakış açısından mı? tam olarak bilemiyorum ama tamamen içsel bir şey ve hissetmekle alakalı...

Çok yönlü bir insansınız ve Türkiye’deki tasarım dünyasına katkıda bulunmak adına ulusal ve uluslarası birçok çalışma yapıyorsunuz. Alman İçmimarlar Birliği (BDIA) Türkiye Temsilciliği kapsamında yaptığınız son dönem çalışmalarınızdan bahsedebilir misiniz?

Uluslararası Workshop tasarım çalışmalarımız 2002 yılında başladı ve Türkiye için Tasarım bir uyanış dönemi idi. Ve bu arada iş hayatımız hep yoğun bir tempo içindeydi; alışveriş merkezleri, bankalar, ticari mekanlar, kurumsal şirketler gibi bir cok projenin işleri ile boğulmuş vaziyetteydik ama Tasarım hep vardı hayatımızda ama varlığı ön plana çıkmıyordu ve ticari işlerle yoğunduk , bu işlerimizin devamı sırasında bir misyon yüklenmeye karar verdik taki 2002 yılında Alman İçmimarlar Birliği (BDIA) ile ortak bir çalışma yapalım diyene kadar.

İki ülke arasında bir köprü oluşturarak bizim kültürel alt yapımız ve tarihi geçmişimiz ile oların teknoloji ve farkındalığını biraraya getirelim dedik ve çalışmayı başlattık.

Bu workshop çalışmaları , tasarım başlığı altında; iç mimarlık, mimarlık, şehir planlaması, endüstri ürünleri tasarımı, tekstil, fotoğrafçılık gibi bölümleri ile farklı konuları içine alan bir workshop dizisi ile başladı. İki ülkenin üniversitelerini biraraya getiren bir haftalık bir çalışma; ama bunun sürdürülebilirliği nasıl olabilir, geçmişten günümüze nasıl yansıtılabilir, Almanların bakış açısı ve bizim kültürel alt yapımız ile tasarım nasıl tekrar hayat bulabilir gibi her sene değişen farklı konularla gelişti ve büyüdü, Konular geliştikçe üniversitelerimizin mekanlarını da kullanarak Almanya’dan gelen öğrenci ve profesörleri ülkemizdeki öğrenci ve profesörlerle biraraya getirdik, bu sayı her geçen gün artarak çoğaldı 200 -500 kişinin bir arada olduğu çalışmalar haline geldi.

Şuanda bu çalışmamız 13.ncü yılına girdi ve üniversiteler arasında sürdürülebilir bir çalışma olmaya başladı. İlk yıllar , sergilerin açılabileceği, workshopların yapılabileceği bir mekan arayışı içinde çok sıkıntılar yaşadık ve bu düşünceyle yola çıkarak ve tarihi bir yanı olan Kadıköy, Yoğurtçu Parkı bunun merkezi oldu. Bir hayaldi; fakat gerçek oldu, büyük kitlelere hitap ettik, 500 kişiye ev sahipliği yaptık. Her yıl daha fazla büyüyerek ve farklı konular işleyerek gelişen bir süreç yaşadık.

2015’in konsepti nedir?

Henüz belli değil, bir iki yıldır çalışmaları Mimar Sinan’da yapıyoruz, Alman İç Mimarlar Birliği olarak benim de BDIA Türkiye temsilcisi olduğum bir grubumuz vardı, şimdi biraz dağılmalar oldu yani üniversiteler kendi içinde çözüm üretmeye ve kendi içlerinde gruplar oluşturmaya başladı ve konularını kendileri bellirler oldular.

Bu tip çalışmalar yapmaya 2002 yılında başladınız ve bu gün kendi yeriniz olan Tasarım Parkı’nda da devam ediyorsunuz. Bu tip çalışmalara gönül vermenizin temelinde yatan nedir?

Evet, 2002 yılında başladık ama 2010 yılında başka bir tasarım farkındalığıyla mekan arayışına girmemizden dolayı gelişen süreç biraz zaman aldı. Yeni mekanımızda yerel tasarımcılarımıza ev sahipliği yaptık ve bunu yılda bir iki kez yaptığımız sergilerle taçlandırdık. Bu çalışmaların temelinde aslında benim tasarımcı olmam yatıyor. Bir tasarımcı olarak geçmişte bu gibi eksikleri yaşayan bir kişi olmuş olmam, kendi çevreme neler yapabilirim, bunu nasıl genişletebilirim düşüncesi kısaca paylaşma duygusu altında yatan sebepler diyebilirim.

Tasarımcı olarak bizim İtalya’daki bir tasarımcı kadar şansımız yok, tasarım haftalarıyla, etkinliklerle günümüzde yavaş yavaş tasarımcı kimliği ortaya çıkıyor, geçtiğimiz süreçlerde bunun adı sanı duyulmaz nitelikteydi. 2012 yılında tasarımcılara duyuru yaptık ve başvuran tasarımcılardan seçilen 20 kişilik bir gurupla ‘‘The Test of East’’ yani İstanbulun kısaltılmış İst okunuşu İngilizcede doğu anlamını taşıyan İstanbul’ adıyla Milano designweek te bir yer tuttuk ve burada bu başlıkla bir sergi açtık, İstanbul tadında tasarımlar sergiledik. Bir yıl sonra ‘The Test of China’ ismiyle Çinliler bu ismi taklit ettiler. Bu çalışma ile Tasarım Parkı’nın misyonlarından bir tanesi yerine gelmiş oldu.

Sürdürülebilir tasarım düşüncesi ile yola çıktık, üresin ve türesin derken fazlaca üredi, bunu alan kişi ömrü boyunca farklı tasarımlarda kullanıp her türlü şekle sokabileceği bir ürün haline geldi.

Tasarımın sürdürülebilir boyutu ile ilgili görüşleriniz nelerdir?

Tasarımda sürdürülebilirlik anlamında daha önce geliştirmiş olduğum bir tasarımım var, adı ‘box’. Aslında (u ) formunda basit bir kutu, Bu tasarımın çıkış noktası ise şu oldu; öyle bir kutu olsun ki farklı farklı boyutlara ulaşsın, üreyebilsin, türeyebilsin, alternatif kendi formuyla sürdürülebilir bir tasarım olsun. Aslında çok basit bir form, matematiksel bir çıkış noktasıyla yola çıktı, her şey on sekizin katıyla başladı ve bu form biraz daha kendini geliştirerek iç içe geçen, puzzle’ın ötesinde bir form haline geldi. Bu formla bir kütüphane raf, sehpa, dik ya da yatay tuttuğunuzda istediğiniz formu alabilecek trilyonlarca şekle girebilecek bir tasarım haline geldi. Örneğin on altı kutuyla 6,8 katrilyon form elde edebileceğiniz akıl almaz bir duruma doğru gitti. Sürdürülebilir tasarım düşüncesi ile yola çıktım, üresin ve türesin derken fazlaca üredi, bunu alan kişi ömrü boyunca farklı tasarımlarda kullanıp her türlü şekle sokabileceği bir ürün haline geldi.

İlk tasarımınızda malzeme seçiminiz ne oldu?

İlk çıkış noktası mdf idi çünkü mdf, ahşap atıklarından oluşmuş bir malzeme... Ancak renkli de üretilebilen bir malzeme denedik ve lake ile ürettik ama lakenin çizilebilirliğinden dolayı bunun sürdürülebilir olamayacağına karar verdik. Sonrasında malzemeyi biraz daha geliştirirerek melamin malzemeyle ürettik ve daha dayanıklı, hertürlü rengini kullanabileceğimiz bir ürün haline geldi. Şimdi iki türlü üretiyoruz, biri daha dayanıklı lake diğeri melamin olarak üretiyoruz.

İç mimarlık, tasarım kültürü ve sanatı bir bütün olarak ele alıyorsunuz, peki kendinizi tasarım sürecine nasıl hazırlıyorsunuz ve günlük yaşamda tasarımın önemi üzerine felsefeniz nedir?

Tasarımcı olmanın apayrı bir olgu olduğunu düşünüyorum, bu yaradılıştan mı, bakış açısından mı? tam olarak bilemiyorum ama tamamen içsel bir şey, hissetmekle alakalı... Ben üniversitede tasarım dersleri veriyorum, ‘Form ve Renk’ diye bir dersimiz daha var, burada öğrencilere anlatırken de belirttiğim gibi aslında tasarımın hiç ummadığınız bir yerde gizli olduğunu düşünüyorum; yani bir gözlük, telefon kılıfı, kullandığımız bir obje ya da doğadan size ilham veren her şey, ona bakış açınız ve yaklaşamınızla tamamen içsel bir durum. Duygunuz bilinçaltında ve bilinçaltının nereye hitap edeceğini siz bilmiyorsunuz, o içten gelen bir duygu ve ilham veren bir şey. Benim tasarım anlayışım bu şekilde, planlayarak değil, hissederek...

Tasarımlarda doğayı ön plana çıkarış var, ahşap kendi rengini koyu renk ile kombinleyip kendini ifade edebiliyor, böylece siz ahşabın değerli ve nadide olduğunu daha iyi algılayabiliyorsunuz.

Aynı zamanda bir eğitimcisiniz ve renk ve formdan bahsettiniz. Sizce renk mi form mu? Neden?

Renk; insanların gözüyle algıladığı, beyniyle yorumladığı fiziksel bir olay ama aslında ruhunuza hitap ediyor. Rengin insan hayatına ve motivasyona çok büyük etkisi var. Bir mekan sizi hasta da edebilir, enerji verip motive de edebilir. İnsan sosyal bir varlık olduğu için iç mekandaki seçimleriniz, insanı dinamik tutmalı, vermek istediğiniz mesajı da vermeli. Renkleri bilinçli bir şekilde kullanmıyoruz, insanların evlerine getirdikleri mobilyalar bilinçsiz bir şekilde seçiliyor ve birbirleriyle uyumlu değil. İnsanların seçici olması gezip görmeleri, görgüleri, ilgi duymaları ve araştırmaları ile alakalı ama sunulan seçenek komşunun dairesi ise ondan öteye gidemiyor. Profesyonel bakış açısı insanlara seçenekler sunduğu zaman algı artıyor ve tasarım ortaya çıkıyor. Bu durum, ekonomik seviyelerin gelişmesiyle, firmaların kurumsallaşmasıyla, tasarıma bakış açısının gelişmesiyle gelişebilecek bir durum.

Peki, form mu rengi belirliyor, renk mi for mu belirliyor?

Aslında ikisi de birbirini belirliyor; çünkü aynı formu farklı renklerle kullandığınızda ortaya çok farklı dengeler çıkıyor. Asimetrik kullandığınız bir formda renk ile dengeyi sağlama şansına sahip iken, bir anda aynı formda simetri de yakalama şansına sahipsiniz yani renk formu şekillendirirken, form da rengin ön plana çıkması için bir zemin oluşturuyor.

M&N Mimarlık olarak kentsel dönüşüm kapsamında bulunduğunuz bölgede çalışmalar yapıyorsunuz. Yaptığınız çalışmalardan bahsedebilir misiniz?

Bulunduğumuz bölge olan Kadıköy’e odaklandık, Osmanlı’nın ilk tescilli parkı olan Yoğurtçu Park’ına aşık olduk adeta ve 1970 yılında yanlış bir imarla bu bölgedeki köşkler, ahşap evler yıkılmış, parsellere bölünmüş ve bugünkü apartman mimarisi ile katledilmiş . Bu bölge aslında değeri unutulmuş , kurbağlıderenin yıllarca çözülemeyen pis kokusundan da göz ardı edilmiş bir bölge.Aslında çok kiymetli bir alan olduğu için yanlışlıkları düzeltmek istedik , buradaki dönüşümün çok farklı olmasını ve arkadaki binaların çok yüksek olmamasını istedik. Mimari anlayışın çevreye ne kadar zarar verdiğini, böyle tarihi bir dokunun yok olduğunu görüyoruz. Bu sebeple biz bölgeye odaklandık; çünkü daha sürdürülebilir, mimari, kentsel arayüz diyebileceğimiz bir yüz ile ortaya çıksın, insanların hakettiği, çağdaş, yüksek standartlarda bir anlayış olsun istedik. Sürdürülebilir bir tasarım haline gelmesi için burada yaşayan insanların yaşam kalitesini artıralım ve buraya sahip çıksınlar istedik. Çünkü burada yaşlı bir nüfus var ve genç nüfus Avrupa yakasına geçiyordu. Hatta bu bölgeye yeni bir imar planı hazırladık ve 2 yıl üst üste Alman hoca ve öğrencilerle bir workshop çalışması yaptık ama proje olarak kaldı ve büyükşehire ulaşamadık ve gücümüz yetmedi. Biz buradaki kaçınılmaz dönüşümde mecburen eski imar yönetmeliğine göre yapıyoruz ama en azından kaliteyi yükselterek artı bir kimlik ve değer katmaya çalışıyoruz. Şimdi bakıyorum Kadıköy tasarımla ilgili, kitaplarla ilgili entellektüel bir kesimin odak noktası haline geldi, demek ki bir şeyleri harekete geçirip farkındalık yaratabilmişiz.

Aslında Konut projelerinde standartı çok yükselterek bu bölgenin rantını da yükseltmiş olduk. Bina konseptlerini ise daha çok ahşap ve biraz daha doğada ile uyumlu olabilecek malzemeler seçtik. Taş malzemeleri ve camı bolca kullandık, ışığın geçirgenliğini panjur sistemleriyle oluşturmaya çalıştık. Bu projelerin en önemli özelliği ise Yoğurtçu Parkı’nın çok kötü zeminine rağmen çok zor koşullarda çalışarak depreme dayanıklı binalar ürettik.

Özellikle banyolarda malzeme seçimlerinde nelere dikkat ediyorsunuz?

Projelerin hem iç hem dış konseptini Nursema Ozturk Design Studio’muz yapıyor. Malzeme seçimlerinde geçmişten gelen banyoların her yeri fayans olsun düşüncesini artık kırdık, duş harici olan yerlerde su geçirmeyen duvar kağıdı kullanıyoruz. Seçtiğimiz vitrifiye ürünlerinde su tasarruflu klozet ve rezarvuarları seçiyoruz. Banyo mobilyalarında ise insan ergonomisine uygun sade ve doğal tasarımlar kullanıyoruz. Genel olarak doğa dostu malzemelerden yola çıkıyoruz; bol ayna ve cam kullanıyoruz. Ayna kullanmamızın bir sebebi de insanların yaşam alanlarını daha geniş ve ferah nasıl yapabiliriz düşüncesi, bunu şeffaflık. Bizim kültürümüzde mutfağın önemli bir yeri olduğu için mutfakları da geniş alanlarda çözmeye çalıştık.

Tasarım trendlerinden bansedebilir misiniz? Banyolarda ne gibi değişiklikler oldu?

Uzun bir süredir aynı doğrultuda trend devam ediyor; ama geçmişteki trendleri bozan aslında trendsizlik yani özgün, özgür, biçimsizlik olarak adlandırıyorum ben bunu. Tasarımlarda doğayı ön plana çıkarış var, ahşap kendi rengini koyu renk ile kombinleyip kendini ifade edebiliyor, böylece siz ahşabın değerli ve nadide olduğunu daha iyi algılayabiliyorsunuz. Artık doğallık farkedilebilir bir düzeyde, insanlar projelerin ekolojik mi, sürdürülebilir mi olduğunu arar vaziyette.

Banyolarda ise tekneler kalktı, bu da iyi bir değişim oldu; çünkü özürlü ya da yaşlı birinin engellere takılmaksızın banyosunu yapabileceği standartlara geldi. Son trendlerde kullanılan hiçlik, yokluk, boşluk kavramlarını çok seviyorum.

Her tarafın seramik olmasını çok doğru bulmuyorum, sadece ıslanan yerlerde seramik ya da mermerin, doğal taşın kullanılmasından yanayım. Islak mekanlar biraz daha boyanabilir, değişebilir olmalı. Mobilyalarda da doğal tasarımlar ile yalın ve ferah mekanlar yaratarak konfor sağlamak daha doğru diye düşünüyoruz.


Yorum yaz...

Teşekkür ederiz. Yorumunuz onaylandıktan sonra yayınlanacaktır.
Üzgünüm. Yorumunuz gönderilemedi. Lütfen tekrar deneyin.
  • (Yayınlanmayacak)