Çok Üretmenin Yerine Daha Düşünceli Tasarlamamız Gerek...

MAHMUT NÜVİT
MAHMUT NÜVİT MİMARLIK
Fotoğraf: Can Görkem Halıcıoğlu

Tarihi bir binanın restorasyonu esnasında, tarihi binanın mekan özelliklerini bozmadan fonksiyonları çözmek, yani orijinallikten uzaklaşmadan bir takım değişiklikler yapmak gerekiyor. Çünkü görüyorum ki orada altı bin yıllık yapı yapma kültürü var, dolayısıyla bu kültürün devamlığı benim için önemli. Betonarmeye geçişle birlikte -ki bu yüzyıllık bir tarihi içeriyor- biz geleneksel yapı yapma kültüründen uzaklaşarak o betonun çarçabuk ortaya çıkan iskeletine hayran olduk ve yapı yapma kültürümüzü dramatik olarak değiştirdik.

İç mimarlık, restorasyon, yat ve mobilya alanlarında tasarım odaklı çalışmalar yapıyorsunuz. Sürdürülebilir tasarım ve tasarım anlayışınızdan bahsedebilir misiniz?


Yat tasarımı, restorasyon her ikisi de özel alanlar ve aslında yalı, yat tasarımı, eski eser restorasyonunun sıradan bir iç mimari profilinin dışına taşan projeler olduğunu düşünüyorum. Yaptığım projelerin hepsi kendine özgü ve eser düzeyinde projelerdir...Çok özel bir alan olan yat ve diğer iç mimari projelerin yanında, restorasyon projelerine yönelmemin nedeni sürdürülebilirlik. Sanat tarihinde yer alabilmeniz o zincirin halkası olmaya çalışmakla ilgilidir. Büyük bir kültürün içinde yer alarak bugünün cevaplarını aramayı arzu ettim. Bu şekilde bir kültürel devamlılık sağlama gayretim oldu. Ayrıca bu alanlar özellikle şehir merkezinde önemli bir yapı potansiyeli olarak terkedilmiş alanlardı. Sürdürebilirlik açısından, yeni alanlar açıp gidip oraları da bozmanın yerine daha önce kullanılmış ve dolayısıyla ‘bozulmuş’ ve ‘kirletilmiş’ alanların kullanılması ilke edinilmiştir.

Tarihi bir binanın restorasyonu esnasında, tarihi binanın mekan özelliklerini bozmadan fonksiyonları çözmek, yani orijinallikten uzaklaşmadan bir takım değişiklikler yapmayı tercih ettim. Çünkü görüyorum ki orada altı bin yıllık yapı yapma kültürü var, dolayısıyla bu kültürün devamlığı benim için önemli. Betonarmeye geçişle birlikte -ki bu yüzyıllık bir tarihi içeriyor- biz geleneksel yapı yapma kültüründen uzaklaşarak o betonun çarçabuk ortaya çıkan iskeletine hayran olduk ve yapı yapma kültürümüzü dramatik olarak değiştirdik.

Özelinde Türkiye’yi düşünecek olursak; modernizme geçiş eskiye nefret duyarak eski olan her şeyi çöpe atarak değersiz kılarak gerçekleşmemeliydi. Eski, bir şekilde tasfiye edilebilir; ama biz bu tasfiyeyi buldozerle yaptık. Yani ne bize gerekli olur, ne olmaz, neyin devamlığı sağlanabilir, süreklilik nasıl olur bu soruların cevabını araştıracak kaynaklarımız yoktu. Bu da dramatik bir durum tabi ki. Savaşlardan bitap bir şekilde çıkmış, insan kaynaklarını savaşta yitirmiş, on yılda on milyon olduğu için sevinen bir ülke düşünün…Cehalet sadece kişilerde değil kurumlara da hakimdi. 1936 yılında kayıkla boğazdan geçen Vakıflar Genel Müdürü, ahşap çatısı yanmış fakat duvarları ayakta duran Ebul Fadıl Mehmet Efendi Cami’ni görüp, ‘gözümüzü üzüyor yıkalım’ diyebiliyordu; yani orada onun tamir edilebileceği ve o kültürün de orada tamir edilirken yaşayabileceği fikri yoktu. Sürdürülebilir alanları terkettik, yeni alanlar yarattık, kirlettik ve bozduk. İnsanlığın yüzyıllık yapı yapma kültürü dünyanın neresine bakarsanız bakın maalesef hüsranla sonuçlandı.

Yüzyıllık beton yapı yapma kültürümüz maalesef hüsranla sonuçlandı. Sürdürülebilirlik açısından mimaride olsun, tasarımda olsun her zaman çok üretmenin yerine daha düşünceli davranmamız gerektiğine inanıyorum.

Şimdilerde ise yine Türkiye’de modernite ile hesaplaşmamızda da da aynı ‘ her şeyi çöpe atma’ gibi bir durum var. Tarihi geçmişimizle hesaplaşmamız da olduğu gibi moderniteyle olan hesaplaşmamız da benzer durumlar yaşanıyor bugün. Cumhuriyet’in tüm kurumlarına bilinçsizce saldırı var. Dolayısıyla kültürel anlamda tüm alanlarda sürdürebilirlik fikrini gerçekleştirebilecek, özelinde mimariye indirgeyecek olursak da artık bir insan kaynağı olmasına rağmen bu kurumlara yansımış değil. Bu doğanın kendi akışındaki yenilenme isteğine karşı tutumlar, türlerin çeşitliliğini yok eden su havzalarının kullanımı, enerji kaynaklarını seçmedeki her seferinde yapılan yanlışlar siyasi erki elinde bulunduranların günah hanesinde bulunuyor hem ülkemizde hem de dünyada. İnsanlığın sivil hanesinde bu konuda daha büyük ve önemli örgütlenmeler var. Biz doğa korumacılar Adolf Loos gibi düşünüyoruz. Bir su havzasına dünyanın en iyi mimarisini de koysanız orası bozulur. Bozulmaz diyemezsiniz.

Dolayısıyla sürdürülebilirlik açısından mimaride olsun tasarımda olsun her zaman çok üretmenin yerine bir kere daha düşünmemiz gerektiğine inanıyorum.

Günümüzde , ‘iyi tasarım’, ‘iyi sanat’ her zaman her yerde yapılabiliyor. İyiyi yapmada, tasarlamada bir sorun yok, ama buna mukabil başka ufuk açıcı fikirlere ihtiyacımız var. Durup düşünmemiz lazım, sürdürebilir nasıl olabiliriz diye, çünkü bir yandan da artık dünyayı ürettiğimiz iyi şeylerle yaşanmaz hale getirdik. Berthold Brecht in ünlü şiirindeki gibi iyi şeyler yarattığımız için iyi bir duvarın önünde iyi silahlardan çıkacak iyi kurşunlarla iyi bir şekilde yok edilmeyi hak ettik.

Son yıllarda gündemde olan ve yaşamakta olduğumuz ‘kentsel dönüşüm’ kavramını sizce doğru algılıyor ve uyguluyor muyuz?

Kentsel dönüşüm konusu aslında kendi başına bir başlık, hakikaten büyük bir felakete doğru gidiyoruz bence. Kentsel dönüşüm böyle olmamalıydı; ama nasıl olmalı derseniz onu da cevaplayacak durumda değilim. İş şirazeden iyice çıktı. Dönüşüm projeleriyle birlikte kat irtifakının artmasıyla gelen o sayısal çokluğa kanalizasyonlar nasıl cevap verecek, su ihtiyacı nasıl karşılanacak, insanlar aynı anda sokağa çıktıklarında yollardan nasıl geçecekler, bunların hiç birinin ne etüdü ne de altyapısı yapılmamış durumda, şu an içinden çıkılmaz bir vaziyette çözümsüz olarak ilerliyoruz.

Ayrıca yüksek binaları da çok gereksiz görüyorum; çünkü bu binalardaki insanların hastalandığını biliyoruz, onun için geleneksel malzemeye, geleneksel yapı yapma metotlarıyla bir şeyler yapmaya dönmemiz lazım. Mesela bir deprem senaryosunu böyle bir şehirde düşünmek bile istemiyorum. Çökmüş bir şehirde, yeni yaptığımız dönüşmüş sağlam binalarımızda hayatta kalmış olmanın ötesinde yaşamı idame ettirmenin imkansız olabileceğini görebiliyorum. Ayrıca dönüşüm projeleri rant projeleridir. Rant için bu kente üşüşmüş sermayesi olan fakat öte yandan bilgiye değer vermeden, dün kurulmuş, hiçbir yapı yapma kültürü olmayan türedi firmalar tarafından gerçekleştiriliyor. Üstelik ‘iyiyi’ yapma konusunda bile o kadar isteksiz olmaları bu binaların ayakta kalacağı konusunu bile tartışmalı hale getiriyor. Burası bir profitopolis ve konuşulan ve tartışılan sadece rant.

Öte yanda bir gün kaçabilmeyi umut ettiğimiz topraklardan kimya kokusu geliyor; yani artık ekolojik ürün üretme konusu da şüpheli . Ne yazık ki kaçacak bir dünya kalmadı.

Kentsel dönüşüm konusu aslında kendi başına bir başlık, hakikaten büyük bir felakete doğru gidiyoruz. Kentsel dönüşüm böyle olmamalıydı; ama nasıl olmalı derseniz onu da cevaplayacak durumda değilim.

Günümüzde çevre duyarlı malzemelere ulaşmak mümkün ve ülkemizde de üretiliyor. Sizin bir mimar olarak vazgeçemeyeceğiniz, kullanmaktan en çok keyif aldığınız malzemeler hangileri? Neden?

Ben ahşapçıyım, ahşabı seviyorum. Geçmişden bu güne ulaşamamış, can çekişen bir büyük ahşap kültürümüz var. Osmanlının son döneminde gerileyen her gerçek değer gibi ahşap da gözden düşmüş. Bu gün ise ahşabın her zaman alternatif malzemelere göre daha pahalı olduğu düşünülüyor. Halbuki öyle değil. Kullanım ömrü çok fazla. Hangimizin evindeki ucuz plastik malzemeler çoktan çöp olmadı ki. Petrol bazlı ürünlerin -kendisi dahi-l hepsi dünyanın başına bela. Ahşap öyle değil. Ahşabı işlemeyi öğrendik, büyük bir ahşap kültürümüz var ve burada da geleneklerle bağlarımızı kurup ahşap malzemeleri sıklıkla kullanmamız lazım.

Ben aynı zamanda tasarladığımız her şeyin gününü ve yaşadığı çağı yansıtması gerektiğine inanıyorum. İçinde yaşadığımız çevreye zarar vermeden bir hayat tasarlamak benim en temel düşüncelerimi yansıtabildiğim bir alan oldu. Eski eserlerle, restorasyonla hesaplaşmam, ikincisi doğal hayata uygun yaşamak bana mimaride kendi yolumu çizmeme sebep olan iki veridir.

Peki, son dönem projelerinizden de bahsedebilir misiniz biraz?

Son dönem projelerim daha çok sizin de işaret ettiğiniz gibi bir takım dönüşüm projeleri, bu projelerde ben yönetici ve danışman olarak rol alıyorum. Tabi ki beni bekleyen tarihi eser, yada geleneksel yapı standartlarıyla yapılmış villa gibi domestik projeler var. Başka şeyler de yapmak isterim ama Türkiye’de en iyi yaptığınız şey üstünüze kalıyor ve hep o projeden yapmanızı istiyorlar. Bir otel yaparsınız hep otel projesi gelir, otelciye çıkar adınız; yani bir yerden kapı açılmışken diğer kapıların hepsi kapanmaya başlıyor. Biz mimarları besleyen bir dünya var; yani değişik işler yapacağız ki beslenelim, herkesin beslenme şekli farklı, biz değişik ve farklı projelerden besleniyoruz. Sipariş alabilme becerisi de bambaşka bir şey. Hem sistem içinde itirazları olup bir yandan da proje yağmuru beklemek altından kalkamayacağım bir hayal kırıklığı olurdu. Keşke birisi gitse bizim için değişik projeler toplayıp gelse, bizde oturup yapsak... Özellikle otel ve sanat merkezi projesi yapmayı çok arzu ediyorum; ama portföyde daha çok ev projeleri var şuanda. Yakın bir gelecekte önemli bir işbirliği ve ortaklıkla bu projelerin yelpazesini değiştireceğime inanıyorum, bu konuda da çalışmalar yapıyorum. Dilerim bu söyleşiyi yapmaktaki teveccühünüz makus talihimi yenmemde yardımcı olur. Hayatımı adadığım kültürel devamlılık konusunda bana söz hakkı veren Ekoyapı dergisine şahsınızda bir teşekkürü borç bilirim.

Yüksek binaları gereksiz görüyorum; çünkü bu binalardaki insanların hastalandığını biliyoruz, onun için geleneksel malzemeye, geleneksel yapı yapma metotlarıyla bir şeyler yapmaya dönmemiz lazım.


Yorumlar

Nurettin Çakan 12 Ağustos 2015

Sevgili Nüvit görüşlerini okudum
Şöyle düşünüyorum
1. Özellikle İstanbul'da eski konaklar çok değil otuz yıl önce çok sayıda idi, içinde yaşayanlar da genellikle ilk sahiplerinin devamı nesiller idi, bunlar çoğunlukla bakım giderini karşılayamadıkları binayı müteahhite verip hem bakım derdinden kurtuldular(!) hem de durduk yerde çalışmadan kazanç getiren rantiye oluverdiler
2. Ben onlardan olmadığım için haklarında her şeyi söyleyebilirim kişisel olarak ancak, değer yargısı değişmesi, kültür değişmesi, etik ve sosyal bilimcilerin söyleyebileceği her ne olursa olsun GöztepeErenköy Suadiye vb yerlerde bir köşkün yerine bazen yirmiden fazla gökdelen dikilmiş durumda bu da bir gerçek
3. Bir ailenin yaşadığı alana kaba ve yüksek bir örnek seçelim 20 apartman her birinde 20 daire olsa 400 daire ve aile geldi. Müteahhit %50 almış olsa mülk sahibi 200 daire sahibi oldu. Öte yandan bu 399 kişi hangi ekonomik ve sosyal çevrenin transferidir, kente ne katmıştır, ne getirmiş ne götürmüştür
4. Özel mülkiyet budur işte . Ddevlet belediye yasa yasak düzen yani üst yapı buna göre belirlenir. Şimdi apartmanlar eskidi yenilemeden oturmak olanaksız, ilave kat vermezseniz içinde oturanlar kiraya taşınıp inşaat firmslarına yıkıp aynı sayıda daire yaptırmak için ellerini cebine atsınlar olur biter, cep delikse o zaman müteahhit kat farkı ile bu fiziki dönüşümden payına düşeni alacaktır. Artık belki bunları konuşmaya bile gerek duyulmayan bir yöne yelken açmış gidiyoruz

Ferruh Bazyar 12 Ağustos 2015

Mahmut bey,
Başarılı çalışmalarınızdan dolayı sizi kutluyorum.
Y.Mim Ferruh Bazyar

Mahmut Nüvit 29 Ağustos 2015

Nurettin Çakan Bey, kıymetli görüşlerinizle yaptığınız katkı için çok teşekkürler. Ek olarak; Bilhassa ilave 399 kişinin dönem zengini olarak bölgeye yerleşeceği ve politik demografik yapıyı değiştireceği gerçeğine vurgu yapmak isterim

Yorum yaz...

Teşekkür ederiz. Yorumunuz onaylandıktan sonra yayınlanacaktır.
Üzgünüm. Yorumunuz gönderilemedi. Lütfen tekrar deneyin.
  • (Yayınlanmayacak)