Doğru Olan Köyden Kente Mi? Kentten Köye Mi?

AND AKMAN & MERVE TİTİZ AKMAN

Yapılaştığımız çevre konusunda yanlış yönlendirildiğimiz gibi, körü körüne ve kayıtsızca eskimiş tabuların hükmüne ve ilkel bir düşünce strüktürüne boyun eğmekteyiz. İnsanın yaşama ve yaşayabileceği bir çevreye olan hakkı; yöneten kişi ve kurumların, belediyelerin, tarımsal kurumların, endüstrinin, ulaşım sektörünün, çevrecilik hareketlerinin, toplu konut şirketlerinin çıkar kavgaları arasında kaybolup gitmektedir.

SYMBIOTOWN

Örnek gösterebileceğimiz sürdürülebilir yörelerin doğru örneklerinin gezegenimizde giderek azaldığını ne yazık ki kabul etmek zorundayız. Direnen, daha doğrusu kendini koruyan, gelişmiş, çağdaş, barışık bir kırsal örneği olarak ‘Yukarı Allgäu’ yöresi, çok şey öğrenebileceğimiz sosyal, kültürel ve ekonomik özellikleri ile karşımıza çıkıyor…

SÜRDÜRÜLEBİLİR YAŞAM ALANI NEDİR, NASILDIR?

Bu soruna cevap bulmak için kendimize öncelikle şu soruları sormalıyız.

1- Kendimizi gerçekten taşma sınırına dayanmış yoğunlaşım bölgelerine sıkıştırmak zorunda mıyız?
2- Yaşadığımız çevrenin coğrafi yapısına ve nüfus artış hızına göre, üzerinde yaşadığımız topraklar bize ne zaman yetmemeye başlayacaktır? 3- Nüfus artışının, kırsal alandan göçün ve terörden kaçışın kalabalıklaştırdığı kentlerin sağlıksız gelişimi ne zaman bir dönüşüm yaşayacaktır?4- Bu dönüşüme bağlı olarak (kentten - köye göç) gerekli olacak olan gelişmiş köy modellerine hazırlanıyor muyuz ?5- Günümüzde yeni kentlerin, kasabaların, köylerin oluşmamalarının sebepleri nelerdir?6- Yapılaştığımız alanın yayılabileceğimiz alana oranı nedir?7- Kentlerde yığışmış bir şekilde iç içe olan mevcut dinlenme alanlarını, eğitim, çalışma ve oturma alanlarını, alış veriş alanlarını birbirinden ayırmak, doğasal ve insancıl olguları ön planda tutarak düzenlemek artık mümkün değil midir?

Yukarıdaki sorular bireyin varoluşu ile ilgili olup, burada insan haklarının ihlaline değinilmektedir.

Nitekim eski çağlarda yükselmiş, çiçek açmış en az 15 şehir uygarlığının yok oluşunda, okul kitapları kaybedilen savaşları öne süre dursun, aslında bu uygarlıkların; bireyin yaşayabileceği bir alana olan gereksinimi göz ardı edildiğinden ve sıkışıklığın, insan yoğunluğunun doğurduğu dejenerasyonun, etik çöküşün dikkate alınmamasından dolayı tarihten silindiğini görüyoruz. Büyük kentler tarih boyu hep yok olmuşlardır, bugün de kentleşmiş - endüstrileşmiş olan köyler, yoğunluğun neden olduğu stres ortamında benliklerini kaybetmektedirler.

Yapılaştığımız çevre konusunda yanlış yönlendirildiğimiz gibi, körü körüne ve kayıtsızca eskimiş tabuların hükmüne ve ilkel bir düşünce strüktürüne boyun eğmekteyiz. İnsanın yaşama ve yaşayabileceği bir çevreye olan hakkı, yöneten kişi ve kuruluşların, belediyelerin, tarımsal kurumların, endüstrinin, ulaşım sektörünün, çevrecilik hareketlerinin, toplu konut şirketlerinin çıkar kavgaları arasında kaybolup gitmektedir.

Yapılaştığımız çevreyi eleştirirken ve örgütlerken, bilginin bilgece kullanıldığı bir yaklaşım geliştirmeliyiz. Günümüzün yerleştirim kaosundan kurtulmak ve geleceğin yaşam alanlarına kavuşmak için, bütünsel yönelimli insancıl bir güdüm zorunlu olup, bu bağlamda birincil olarak konut alanları planlanırken ekolojik dengenin korunması, yapıların ekolojik döngüler içinde kalan malzemelerden inşaa edilmeleri, kişinin fiziksel ve psikolojik sağlığı için gerekli yapı biyolojik ortamın ve kentsel boşalmanın sağlanması gerekmektedir.

MEKAN PLANLAMASI VE YERLEŞİM KÜLTÜRÜ

Metropolleşmek bir yanılgıdır.

İnsancıl bir yerleşim kültürüne ivedi olarak gereksinim vardır. Birçok ülkede yönetimlerin yıllardır önemli yerleşim sorunlarına kalıcı pozitif çözümlemeler getirmekten aciz olmaları yeterince utanç verici değilmiş gibi, bir de insan - endüstri ve trafik yoğunluğunu azaltmak yerine, tam tersine metropolleşerek çaresizlik ve kaos körüklenmiştir.

Dar alana sıkışmanın neden olduğu ölçüsüz ekolojik, sosyolojik ve fiziksel zararlar göz önünde bulundurulduğunda, kültürel, duyumsal ve doğasal bir mekan planlaması için gerekli olan uygulamaların zorunluluğu daha kolay anlaşılır.

Bu konuda da sorun gene insandır. Nedenselliğin özünde insanın hamlığı, bütünsel eğitim eksikliği ve anlayışsızlığı yatmaktadır. Akli-manevi anlayış olmadan, salt teknolojiler ile ulaşılmış, rasyonel-ekonomik bir yönelim ile var olan performans saplantısı gündemimizi belirlediği sürece, yüzyılımızın özellikle ikinci yarısından itibaren hızlanan endüstrileşme ile seri üretilen yapılaşmanın aslında toplumsal bir yıkım olmasına şaşmamalıyız.

Motorlu taşıtlar ve karayolları, endüstri, arazi spekülasyonu gözetilerek, ayrıcalıklı menfaat grupları çevremizi planladığı sürece; daha da kötüsü “çevrenin, ancak ekonomik kalkınma çabalarına olumsuz etkisi olmadığı taktirde korunacağını” (Madde 1, md. 3/c) açıkça belirten 11 Ağustos 1983’te Resmi Gazete de yayınlanan 2872 sayılı bir Çevre Yasası yürürlükte olduğu sürece, insana hizmet eden bir çevre reformu için ümitlenmememiz gerekir.

Milyonlarca insan için daha sağlıklı, duyumlu ve düşünceli bir varolmak mümkün olacak iken, çıkış yolu arayışı içerisinde olan sayıları giderek artan sağduyulu kişi ve kuruluşların gayretleri bile, çoğunlukla statükonun tıkanmışlığına yenik düşmektedir. Tıkanmışlığımıza bir çıkış yolu arayışı içerisinde olan söz konusu eleştiriler, aynı zamanda günümüzdeki mevcut yozlaşmayı aşmaya çalışırken ümitsizliğe kapılarak mücadeleden vazgeçen insanlar ile yapılan temaslar sonucunda da ortaya çıkmışlardır.

Kurum ile kuruluşların dar görüşlülükle ve bencillikle “yeşillikler arasında, havası ve suyu temiz, süpermarketi içinde, (dip dibe yükselen beton kutulardan oluşan!) mega kent” gibi ucuz parolalar ile yerleşim politikalarını uygulamaları, hayvan ticaretini anımsatmaktadır. Buna karşı aydın kişilerce değirmenlere karşı tek tük yürütülmeye çalışılan mücadelelerden de, yasal sınırlamalar, spekülasyonlar, kurumların nizamnameleri ve despotluklar nedeniyle, doyurucu bir sonuç alınamamaktadır.

ADALETSİZ HUKUK- VE TOPLUM DÜZENİ

İnsan, insanca yaşayabileceği bir yaşam ve yerleşim mekanına olan doğal hakkından yoksun bırakılmakta, aslında bir yuva niteliğinde olması gereken beton kutulara, üstelik haksız fiyat politikaları sonucunda, yerleşmek zorunda bırakılmaktadır.

Yeni yerleşim alanlarının uygar bir şekilde imara açılması altyapı çalışmalarının yapılması ile olanaklıdır. Bu ise gecekondular bir yana, kentlerin çevresinde mantar gibi türemeye başlayan planlı-projeli süper sitelerde bile (uydukentler) ihmal edilen, ya da üstünkörü uygulanan bir çalışmadır. Devletin, endüstri ve yerleşim alanlarını desantralize eden bir politikası olmadığından metropolleşme ile boş alanlar arasında bir denge kurulamamaktadır.

Öncelikle, aşağıdaki gerçekleri gözden kaybetmeyip düşünme şeklimizi sorgulamalıyız:

•Nüfus hızla artmaktadır

•Endüstrileşme arttıkça sağlık sorunları da artmaktadır

• Metropollerde ekolojik denge tamamen bozulmuştur

Desantralizasyon ile uzun vadede ekonomik krizleri ve işsizliği önlemek mümkündür.

İnsanların kalabalık yerleşim birimlerine sıkışmaları toplum yaşamına zarar vererek, çözümü olmayan kişisel ve toplumsal sorunlar yaratmıştır. (New York kentinin Manhattan ilçesinde bugün her iki kişiden biri düzenli olarak diş doktoruna gider gibi psikoloğa gitmektedir)

Bugün boş alanlarda, işlenmemiş, yararlanılmayan arazilerde, çağlar boyu olduğu gibi yeni köyler ve kentler ya da dağınık yerleşim düzenleri neden oluşmamaktadır? Yeni köy oluşumlarına ve toplum yaşantısına çağlar boyu duyulan gereksinim hiç bir zaman bugünkü kadar büyük ve önemli olmamıştır.

Bugün neden küçük birimler halinde doğa ile bütünleşik, oturma, çalışma, eğitim, temin-tedarik ve dinlenme eylemleri bir arada ya da birbirine yakın örgütlenmiyor?

Bugün neden köylere ya da mezralara yerleşmek olanağı bulunmuyor? Mevcut köylere ya da mezralara yerleşmek beraberinde ne görsel bir çevre kirliliği getirir, ne ekolojik döngüleri zorlar, ne de yeni ulaşım yollarının yapılmasını gerekli kılar.

Bugün yeryüzünün birçok bölgesinde yaşanan ciddi yerleşim problemleri aslında basit bir insancıl çözümün eksikliğinden kaynaklanmıyor mu? Konu, memleketi topraklarını yuvası ve bahçesi olarak kullanabilmeye doğal hakkı olması gereken, insandır.

Ülkemiz, olağan rejim koşullarında da rastlanabilecek kırsal ve kentsel planlamanın olmadığı, devletin çevre hakkı dahil olmak üzere yurttaşlarına yeterli bir yaşam düzeyi ve yaşam koşullarında sürekli geliştirmeyi sağlamadığı, kırsal alanda yoksulluğa son veremediği, kentlere göçün kent yaşamını çekilmez hale getirdiği, gecekondu ve kaçak yapılaşmanın olağanüstü boyutlarda olduğu, sanayileşme politikalarında ve uygulamalarında insanın ve çevrenin düşünülmediği ve ayrı ayrı ele alındığı, insan yerleşimleri konusunda demokratik bir sürecin işlemediği tek ülke değildir.

Bütün bu olgular şu veya bu şekilde başka coğrafyalarda da vardır. Örneğin özenilen, örnek alınan batıda halkın önemli bir yüzdesi doğal ve anayasal bir hak olduğu halde, özellikle köy çevrelerine yerleşme özgürlüklerinden yoksun bırakılmaktadır. Örneğin Almanya’da 1967 yılında anayasa mahkemesinin aldığı kararda: toprağın kullanımında adil bir hukuk ve kamu nizamının ancak halkın çıkarları doğrultusunda gerçekleşebileceği belirtilerek, en önemli taşınmaz varlık olduğu hükmü getirilmiş, ayrıca “toprağın artmayan ve zaruri bir değer olması” gerçeği vurgulanarak, kullanımının, denetimi sağlanamayacak kişi ve güçlere terk edilmesi yasaklanmıştır.

Söz konusu ilke, ekonomik çıkarlara, resmi ve özel çıkar gruplarına, arsa spekülasyonlarına yenik düşerek bugüne kadar uygulanmamış, hatta tamamen unutulması sağlanarak, (üstelik altyapısı da hazır olan) köy çevrelerine yerleşim engellenmiştir. Sonuç olarak örnek aldığımız “uygar” batıda, linear düşünceden öteye gitmesi istenmeyen halk, bizdeki tatil sitelerine benzer geometrik bir monotonlukta inşa edilmekte olan yeni yerleşim alanlarında yaşamaya mahkum edilmekte, aklın ürünü alternatif yaşam ve yapılaşma arayışları ise dar görüşlü çıkar guruplarınca engellenmekte ya da yokuşa sürülmektedir.

Coğrafyamızda da köylüyü kente göç etmeye zorlayan bir politika yüzünden halk bireysel çözümler bulmak zorunda bırakılmış ve bir altyapı hizmeti olmadan gecekondulaşarak kaçınılmaz alternatifini uygulamıştır. Oysa yetkili devlet kuruluşlarının, tüm vatandaşlarının, özellikle de dar gelirlilerin refahından ve haklarından sorumlu olması gerekmeyecek midir?

Coğrafyası sınırlı, çoğalamayan iktisadi bir taşınmaz değer olan inşaat alanlarının liberal arz-talep düzenine göre değerlendirilmesi nedeni ile ekonomi sistemimizin temelini oluşturan serbest piyasa aslında ihlal edilmektedir. Bu yolla arzın azalıp talebin arttığı, inşaat alanlarının sınırlı olduğu metropollerde arsalar fahiş fiyatlara tırmanmakta, ayrıcalıklı arsa sahipleri haksız yere zenginleşmektedirler (Örneğin İstanbul’da Boğaz’a bakan bir dairenin m²’si 10 bin dolar, Münih’te bir m² inşaat alanı 6.500 dolardır). Faturayı aslen yapı sahipleri ya da kiracılar ödese de, ikincil olarak çeşitli tüketim mallarına ve hizmetlere yansıdığından halka ödetilmektedir. Bu yolla en ağır darbeyi ise şehir dışına itilerek asgari geçinme sınırında yaşayanlar yemektedir. Batı kentlerinde sokakta yaşayan evsizlerin sayısı giderek artarken (özendiğimiz Avrupa topluluğunun en gelişmiş ülkesi olan Almanya’da yaklaşık olarak 1 milyon evsiz sokaklarda yaşıyor, ulaşmaya çalıştığımız 20.’ci yüzyılın dünya başkenti New York’ta her gece metro istasyonları yerde uyuyan onbinlerce evsiz ile dolup taşıyor), ülkemizde metropollerin çevresinde gecekondulardan oluşan yeni şehirler türemektedir. Büyükşehir boyutlarında olmasa da, kırsal alanlarda da görülen bu gelişme (veya çöküş) ancak köklü bir toprak ve ekonomi reformu ile önlenebilir. Yöneltilen arsa fiyatları yüzeysel olarak adilmiş gibi gözükse de, gerçekte hukuka aykırı, insanlığı aşağılayıcı, devlet tarafından tasdik ve kabul edilen bir durum değil midir? Benzer bir haksızlığa, Latin Amerika ülkelerinde geniş arazi sahipleri (toprak ağaları) tarafından sömürülen, toprak edinmesi engellenen, fakir köylüler uğramaktadır. Her iki durumda mülkün ve iktidarın suistimali söz konusudur, Latin Amerika’da kabahatli, dünyanın gözü önünde alenen bilinmekte, “uygar” batıda ise tanıtılmamakta, örtbas edilmekte ve yanlış yorumlanmaktadır.

MÜLKÜN VE İKTİDARIN KÖTÜYE KULLANILMASI

Fahiş fiyatlar yüzünden insan gibi yaşamaya elverişli bir ev ya da arsa satın alamayan, alsalar dahi uzun vadeli borçlar ya da yükümlülükler altında ezilen özellikle genç aileler ile bir ömür boyu şehirde yaşadıktan sonra dolar bazına dönüşen kiralarını ödeyemeyip dışlanan emekliler açısından, yurttaşın temel hakları olan: korunma, ev edinme ve gezi özgürlüğü anlam ve değerini kaybetmektedir.

Yaşantılarında, özlemini çektikleri hedef “bir köyde ya da köylerinde refah içinde yaşayabilmek” iken, köyden kente göç etmek zorunda kalmanın yada kent içinden kent dışındaki yeni beton kulelere sürülmenin (bu sürgün çoğunluğa üstelik bir gelişmeymiş gibi empoze edilir) hayal kırıklığı içinde yaşayan insanların sayısı giderek artarken, arsa spekülatörlerinin ve tekil menfaat guruplarının bu yolla edindikleri kazanç karşısında yaşanılan bu hayal kırıklığı kızgınlığa, nefrete dönüşmektedir.

Her yurttaş, eşit, özgür ve ayrımsız yerleşim hakkını, adil yargılanma ve savunma hakkını, eğitim ve öğrenim hakkını ve sağlıklı yaşama hakkını, devletten demokratik yollardan talep edebilmeli, temel hak ve özgürlüklerini isteme olanağına kavuşmalıdır. Demokrasi ile yönetilen ülkelerde temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması yerine kötüye kullanılmasının nedenleri, bir taraftan halkın çoğunluğunun pasif kalarak haklarını talep edecek girişimlerde bulunmamalarına, diğer taraftan da halka karşı anayasal yükümlülüklerini yerine getirmeyen -ya da getiremeyen- siyasal iktidarların ve devlet organlarının davranışlarına bağlıdır. Esas itibariyle demokratikleşme yolunda, sadece coğrafyamızda değil, batı ülkelerinde dahi bir trajediyi andıran görüntüler ve atılması gereken önemli adımlar vardır.

Hukuku ihlal eden, gerçekliğimizden uzak ve sömürücü yerleşim politikalarının temsilcileri ve destekleyicileri, bugün hala desantralize, ekolojik-sosyal bir yapılaşma yolunu ütopik ve gerçek dışı görerek red etmekteler. “Çevreyi” kalkınma yolunda bir engel olarak görecek ya da “kerpiçi” fakirin yapı malzemesine indirgeyecek kadar dar görüşlü zihinler, yarın torunlarının ağır suçlamalarına hedef olacaklarını nasıl öngörebilsinler ?

Devlet, insanın yerleşip yaşayabileceği bir yere kavuşma hakkını sağlamak için her ailenin insanca yaşayabileceği bir mülk edinmesini olanaklı kılmakla yükümlüdür. Geleceğimizin tek şansı, insanlığın daha çok küçük topluluklar halinde yaşaması olduğundan, bu yükümlülüğün öncelikle kırsal alanlarda yerine getirmesi, büyük önem taşımaktadır. Merkezileşmeye ve onun getirdiği - götürdüklerine karşı, daha etkin yöresel uygulamaların doğruluğunu ve dev toplu konut projelerinin bir yanılgı olduğunu tekrar tekrar vurgulamak gerekir.

TOPRAK DAĞILIMI REFORMU VE DESANTRALİZE, EKOLOJİK-SOSYAL YERLEŞİM

Birinci kuşak gecekondularda, göç edenler köylerindeki yaşamı kent kenarındaki yeni yuvalarında sürdürebilecek biçimde yapılaştılar. Basit ama yeterli bir ev, küçük bir bahçe, içerisinde sebze yetiştirilen bir alan, birkaç tavuk, bir iki de meyve ağacı. Yabancısı oldukları kent hayatına karşı bir tedbirmiş gibi, kendi içinde yetmeye çalışan, dışa olabildiğince az bağımlı bir düzen. Şimdi, “çağdaş” yalanı ile beğenilerimiz ve değer yargılarımız saptırıldıktan sonra bize dayatılan aynı tip beton kutuları (uyumlu olmanın çirkinliğini yaratan apartman daireleri ve siteler) bu beğenmediğimiz gecekondular ile karşılaştıralım. Hundertwasser 1958 yılında durumu şöyle açıklıyor: “Gecekonduların tensel oturulmazlığı, işlevsel-yararcı denilen günün geçerli mimarlığının tinsel oturulmazlığına yeğlenmelidir.”

Dünya nüfus yoğunlukları ile karşılaştıracak olursak (örneğin Macau bölgesi-Çin: 24423/km², Monako: 14750/km², Honkkong: 5169/km², Endonezya: 722/km², Almanya: 217/km², Avusturya: 90/km², Türkiye: 76/km²) gündemdeki nüfus yoğunluğu ve dar alana yapılaşma sorunu, -yaşanılabilir boyutun ötesine geçmiş, başta İstanbul olmak üzere birkaç metropolümüz dışında-, coğrafyamızda yoktur. Kent-kasaba kenarında olsun, köylerde olsun, yeni inşa edilecek her evin diyelim 300 m² bahçesi olsa, Bayındırlık ve İmar İskan Bakanlığının belirttiği yılda 300.000 yeni konutu coğrafyamıza dağıtarak 300 m²’lik bahçeler ile değerlendirsek, 90 km² alan yani ülke topraklarının %0.01’i kullanılmış, daha doğrusu bahçeye dönüştürülmüş olur. Nüfus artışını da hesaba katarak 10 yıl sonra %0.2, 30 yıl sonra yaklaşık %1!

İktisadi, sosyal, ekolojik ve politik açıdan bugün yaşadığımız dayanılmaz cansızlığa karşın son derece akılcı bir yatırım. Yapılaşmaya elverişli toprağımız fazlasıyla mevcut olduğuna göre, bu bağlamda coğrafyamızdaki arsa fiyatlarında adaletsiz bir dağılım olduğunu kabul etmek gerekir.

Yukarıda belirtilen makul kalkülasyon dahi ilke olarak bahçe içindeki yerleşim alanlarına duyulan gereksinimin kolaylıkla giderilebileceğini gösteriyor. Özellikle küçük çocuklu aileler ve kahvehaneleri dolduran işsizler açısından bahçesi olan bir evde yaşayabilmek, ödev ve sorumluluklar taşımaya, çalışma olanağı bulmaya, geçimi hafifletmeye, bağımsızlığa, sağlığa ve boşta kalmamaya, önemli bir kaynak oluşturur. Kırsal kesimden kente göç edenlerin doğayla ilişkilerini sürdürme alışkanlıkları, balkonda, çatıda, hayvan beslemeleri ya da gecekondu bölgelerinde bahçe içinde sebze üretmeleri, genellikle hafife alınır. Oysa modern insanın doğayla doğrudan ilişkisinin sağlanması, ne bir kırsal kesim özlemi ne de kentsel bir fantezidir. İnsan doğanın ürünü ve bir parçasıdır. Temel ilke her evin doğrudan kullanabileceği, doğayla doğrudan ilişkili bir bahçe ile bağlantılı olmasıdır.

TARIMSAL MONOKÜLTÜR VE ÇÖLLEŞEN KENTLER YERİNE, EKOLOJİK YERLEŞİM VE HOLİSTİK DESANTRALİZASYON

Kırsal alanda yeni köyler oluşturmak ve terk edilmiş köylere veya köy evlerine yerleşerek buraları yeniden yaşama dönüştürmek bir tarafa, metropol merkezleri dışında nüfus yoğunluğunun sözde sık olduğu bölgelerde bile, doğanın uygarlıktan ayrılmadığı, endüstrinin, ulaşımın ve çevreye olan baskıların yoğunlaşmadığı, yeni ekolojik siteler, köyler, kasabalar oluşturacak yeteri kadar boş ve yeşil alan vardır.

Bugün hala kentten köye göçü sağlayacak çözümler üzerinde çalışarak daha fazla zaman kaybetmeden, başta İstanbul olmak üzere uygulamaya geçmek yerine, semptom tedavisini andıran köyden kente olan göçü durdurmaya ya da yavaşlatmaya çalışıyoruz. Metropollerin küçültülmelerine paralel olarak buradaki nüfus yoğunluğu yeşil alanlar, bahçeler ile seyrekleştirilmeli, kent halkının istekleri doğrultusunda aile yaşamına yönelik, paylaşımı kavranır boyutlarda yaşam birlikteliklerinin yeniden oluşabilmesi sağlanmalıdır. Fizyolojik ve psikolojik yüklemenin sınırında yaşayan metropoller ancak bu takdirde yeniden normal ve sağlıklı bir gelişim gösterebilirler.

Ekolojik yerleşim birimleri (köy-site) insanın entegre edildiği birer biyotoptur. İklimin, su ekonomisinin, toprağın, floranın ve faunanın ekolojik değeri, bilimsel araştırmalarında gösterdiği gibi, tarım, hayvancılık ve orman alanlarındaki monokültürlere oranla iki-üç kat daha fazladır. Buna rağmen olumlu olan küçük düşürülüp hor görülmekte, olumsuz ise teşvik edilmektedir.

Tek mantıklı çözüm olan desantralizasyon yerine, bugün insanların ¾’ü (artan bir oranda) kentlerde yaşadığı halde, çareler hala yerleşim ile ekonominin daha da yoğun konsantrasyonlarında aranmaktadır.

Merkezileştirmenin (oturma ve çalışma alanları) devam etmesi yarının dünyasının dev bir getto olmasına neden olacaktır. “UNESCO”

Planlama, iyileştirme ve geliştirme çalışmalarında bilgi kuramı açısından: ekolojinin, yapı biyolojisinin, mesken psikolojisinin ve sosyolojinin, temeli oluşturan faktörler arasında bulunmaları gerekir.

Yaşadığımız çevre ile ilişki içerisinde olan dünya genelindeki sorunların çözümlenmesinde pay sahibi olacak olan güncel yerleşim problematiğinin acil olarak yaratıcı özendirmelere gereksinimi vardır. Bu bağlamda özellikle ekoloji, sağlık, sosyal barış, enerji ve hammadde tüketimi, çöplerin etkisizleştirilmesi ve yeni iş alanlarının açılması konularında aklın üretkenliğine ve sağduyuya, geleceğimiz açısından hiçbir zaman bugünkü kadar yaşamsal bir gereksinim duyulmamıştı.


Yorum yaz...

Teşekkür ederiz. Yorumunuz onaylandıktan sonra yayınlanacaktır.
Üzgünüm. Yorumunuz gönderilemedi. Lütfen tekrar deneyin.
  • (Yayınlanmayacak)