Prolog: Yaradılış Mitosunda Örnek Olarak Platon’ik, Ekolojik Bir Ütopya

Ahmet Filmer

İnsanın doğaya duyarsız ya da bilinçsiz türlü müdahaleleri sonucu belirsiz gelişmeler ortaya çıkmaktadır. Kapalı devre mantığı ile çalışan doğal döngülerin açık devrelere dönüşmesi ekolojik dengelerin bozulmasına neden olabilmektedir. Milyonlarca yıllık bir süreç sonunda kömüre, petrole, doğalgaza dönüşmüş olan karbonun toprak altından çıkarılarak yapay enerji üretimi amacı ile neredeyse tamamının geri dönüşümü olmaksızın atmosfere taşınması son yüzyılın en ciddi sorunu olmaya devam ediyor.



Aynı üretim sırasında ortaya çıkan azot oksitler ise asit yağmuruna dönüşerek suya geçmekte, bu kez suların asitleşmesine (ötrofikasyona) neden olmaktadır. Bu iki olgu da açık devrelerdir.

Oysa tüm doğal döngüler kapalı devre mantığı ile çalışır. Karbon ve azot gibi, oksijen, hidrojen ve su döngüleri, madde ve enerji transformasyonları, beslenme zinciri, gündüz-gece döngüsü ve mevsimler doğal yasa gereği kapalı devreler şeklinde programlıdır.

Döngünün akarı, belirli bir yörüngede seyreden bir gezegen misali belirli bir süre sonra aynı yere geri dönmekte, bu süreç böylece devam edip gitmektedir. Gezegenimiz bir gün aklına esip, yörüngesinden ayrılarak gelişi güzel bir yönde uzayın derinliklerine dalacak olsaydı, varoluşun başındaki kaosa hızla geri dönmüş olurduk.

Doğal Kaynaklar Tükeniyor


Bugünkü uygarlık düzeyini mümkün kılan enerjinin temin edildiği kaynakların tükenmekte ve dünya ekosistemini tehdit eden boyutlara varan kirliliklere neden olması enerjinin geleceği ile ilgili kaygılar doğurmakta, insanlığı yeni enerji kaynakları aramaya, geleceğe dönük yeni bir enerji etiği, yeni enerji stratejileri, yeni bir enerji politikası ve yeni enerji teknolojileri geliştirmeye zorlamaktadır. Gelecek 100 yıl içinde neredeyse yakacak hiçbir fosil kaynak kalmayıp bütün karbon da atmosfere çıkmış olduğunda yeni teknoloji arayışları için geç kalınmış olunacaktır. Sorunun alternatif çözümü olarak yenilenebilir yakıtlar ve enerji kaynakları, bilimsel ve teknik altyapıları ile hazırda beklemektedir.



“Akıllı hayvan” varolan ekolojik çeşitliliğin ve yaratılan kültür ve uygarlık düzeyinin bilinçli olarak yok edilmesini planlamıyorsa ve göz göre göre yaklaşmakta olan bir felaketten bir çıkış yolu arıyorsa, karşımızda sadece iki seçenek var. Ya karbonun toprağa, azotun da atmosfere geri dönüşünü sağlayacak teknolojileri geliştirerek açık devrelerin kapanmasını temin edeceğiz, ya da sonucu belirsiz yapay enerji üretimi tekniklerinden vazgeçerek, diğer bazı canlılar gibi sadece güneşten gelen enerjiyi kullanan teknolojileri acilen devreye sokacağız.



Politik yaptırımcılar ve ekonomik yatırımcılar ekolojik rönesansa ikna edilemezse, insanlık bu yüzyılı, kendi yarattığı musibetlerin gölgesinde kendine gelme süreci içinde geçirecek.

Bundan sonraki sayılarımızda ele alacağımız “Oikia Logos / Dünya Bizim Evimiz” yazı dizimizde Ahmet Filmer’in kaleminden yaradılış mitosuna örnek olarak Platon’dan başlayarak, evren ile dünyamızın varoluşuna, ekolojik toleranstan insanın sosyal ve kültürel tarihine, ve özellikle statükomuza yer vereceğiz…

Keyifli okumalar.

And Akman

Prolog: Yaradılış Mitosunda örnek olarak Platon’ik, ekolojik bir ütopya

Tanrılar yeryüzüne inmişlerdi... Gezegenin üzerinde yapılacak işleri paylaştılar. Baş tanrı Kronos’un oğullarından Poseidon’a denizlerin ve ırmakların tanrısı olmak görevi düştü. Poseidon kendisine yaşam alanı olarak adalar ülkesini, Atlantis’i seçti.

En ortadaki adanın en ortasında her yerden daha verimli bir ova vardı. Ovanının ortasından göğe doğru yükselen dağın tepesinde dünyalılardan Euenor ile eşi Leukippe yaşardı. Kleito adında bir tek kız çocukları oldu. Kleito evlenme çağına geldiğinde annesi ve babası öldüler. Kleito’ya aşık olan Poseidon onunla birleşti. Kızın oturduğu dağın tepesine yerleştiler. Etraflarını kah geniş kah daha dar bir sıra deniz bir sıra karadan oluşan halkalarla örerek insanoğlu için ulaşılmaz bir yaşam alanı yaratan Poseidon, topraktan da biri sıcak biri soğuk iki su kaynağı çıkardı. Bu sayede adada her çeşit bitki bolca yetişmekte, her türden canlı uyum içinde yaşamlarını sürdürmekteydi.Poseidon’un Kleito’dan beş kez ikiz erkek çocukları oldu, onları büyüttü ve eğitti. Adayı on parçaya bölerek ilk ikizlerden önce doğana üzerinde anasının evinin de bulunduğu en geniş ve en verimli toprakları verdi ve onu bütün kardeşlerin ve adanın kralı yaptı. Ötekilere de, birçok adam ve geniş topraklar dağıtarak birer hükümdarlık bıraktı.
Poseidon adanın kralı yaptığı oğluna Atlas ismini vermişti. Ada ve onu çevreleyen okyanus da adlarını bu ilk kraldan alırlar. Okyanusun tüm adalarına hükmeden Atlas’ın soyu giderek çoğaldı, itibarları arttı, krallığın şan ve şerefi nesiller boyu sürdü. Halkın ve ülkenin ihtiyacı olan her şeyi ada onlara vermekteydi. Yapı için gerekli türlü malzeme ve madenler, her türden ehli ve yabani hayvan, onları yetesiye besleyebilecek, göl, ırmak, ova ve otlaklıklarla dünyanın en güzel kokularını saçan, özlerinden içkilerin, şifa veren ilaçların, yağların yapıldığı kökler, otlar, çiçekler ve ağaçlar, beslenmek için muhtaç oldukları zahire, türlü sebzeler, tüm kabuklu ve yumuşak meyve çeşitleri görülmemiş güzellikte ve sayısız denecek kadar bol yetişmekteydi. Adanın sunduğu doğal zenginliğin bilinci içinde evlerini ve kentlerini imar ederek zevkle süslediler. Kullandıkları sular Poseidon’un kutsal ormanına geri dönmekte ve buradaki her cinsten ulu ağaçları beslemekteydi.

On kraldan her biri kendi topraklarında yasaları koyar, hizmetleri düzenler ve denetlerdi. Kralların birbirleri üzerindeki nüfuzu Poseidon’un yasaları ile düzenlenmişti. Geleneksel olarak her beş yılda bir toplanırlar, hepsini ilgilendiren işleri görüşürler, içlerinden yasaya aykırı davranan olmuşsa muhakeme ederlerdi. Karar vermeden önce toplandıkları kutsal tapınağın sütunlarına yazılı yasalara göre hüküm vereceklerine, bunlara karşı gelmiş olanları cezalandıracaklarına, yasalara bilerek karşı gelmeyeceklerine, yasalara uygun olmayan emirler vermeyecekleri gibi onlara aykırı emirlere de boyun eğmeyeceklerine hem kendileri hem sülaleleri adına ant içerlerdi. İçlerinden yasalara karşı gelmekle suçlu buldukları varsa onun hakkında verdikleri hükümleri, altın bir levha üzerine yazarlar ve tapınağın duvarına asarlardı.



İçlerinde taşıdıkları tanrıca öz sayesinde adayı nesiller boyunca düşünce ve erdemle yönettiler Zenginlikleri gün geçtikçe çoğaldı. Birbirlerine, ne olursa olsun yumuşak, doğru ve düşünceli davrandılar. Ölçülü yaşadılar, erdemle sevgi buluştuğunda zenginliklerin çoğaldığını, zenginliğin peşinden koşulduğunda ise sevginin ve erdeminde birlikte yok olacağını bildiler. Nesiller boyu mutlulukları sürdü.



Dünyalılar ile sık sık birleşmeleri yüzünden içlerindeki tanrıca öz zamanla azaldı. İnsanlık özü üstün gelmeye başladı. Yaşadıkları refahı hazmedemeyenler soysuzlaştılar. Gerçek değerlerin en güzellerini kaybettiler. Gerçek bahtlılığın ne olduğunu bilmeyenlere, artık birer zorba ve açgözlüden başka bir şey olmadıkları zaman bile büsbütün güzel, büsbütün bahtlı göründüler.

Evrende durmadan değişen, her şeyi gören tanrılar tanrısı Zeus, bir zamanlar düşünce ve erdemin yönettiği soyun bahtsızlığını fark ettiğinde, onların akıllarını başlarına getirmek için bütün tanrıları kutsal evinde bir araya topladı. Onlara dedi ki..

Böyle bitiyor Platon’un Kritias’ı birden, 10 bin yıl önce batan kıta Atlantis’i anlatırken.

Peki gerçek nerede?

Nasıl başladı?


Ben kimim, yaratan kim?

Evren nedir? Nedir yaşamak?

Varlık, can, insan nereden geldiler, nasıl ve neden?

Geçmiş ne kadar eski ve gelecek ne kadar 
uzak?


Ben nereye gidiyorum, bir geri dönüş var mı, nasıl ve ne zaman?

Ya düşünen şu akıl; nereden geldi ve nasıl oluştu?


Düşünmeyi nasıl öğrendim, nasıl sıyrıldım diğerlerinin arasından ?


Ya bütün bu sorulara cevap aramak ne kadar anlamlı?

Anlamı aramak ve aramayı anlamlı kılmak ne kadar anlamlı?


Aradığım yepyeni bir şey mi acaba?


Yepyeni bir şey bulunabilir mi hala şu maddi dünyada?


Yoksa manevi dünyada mı aramalıyım yeni bir şeyi?

Yoktan yeni bir şey var olabilir mi?

Ya var olan yok olabilir mi bir zaman, yeniden?

Yoksa aradığım, kaybettiğimi sandığım eski bir değer mi acaba?

Öyleyse kendimi mi arıyorum, yoksa geçmişimi mi kaybettim bir yerde, bir zaman?


Ne kadar zamandır arıyorum yepyeni olanı?

Yeniden ve yeniden doğdukça arayacak mıyım hep yeniden?

Ne kadar zamandır arıyorum kaybolanı?


Aradığım ben miyim, beni mi kaybettim?


Kendimi kaybettiğim için mi başlamıştım düşünmeye?

Düşünmeye başladığım için mi kaybetmiştim yoksa kendimi?


Hangisi sebep, hangisi sonuç?


Bilemiyorum... bu da beni mutlu etmiyor.
Ya mutluluk, o nerede?


Yeniden doğmakta mı, yoksa doğurmakta mı?


Kavga vererek büyümekte, varolmaya çalışmakta mı?


Yoksa, ölmekte, yok olmakta mı?


Nefrette mi, yoksa aşkta mı?

Bilmekte, görmekte, söylemekte mi, mutluluk ?

Yoksa bilmemek, görmemek, söylememek mi doğrusu ?

Madde mi mutludur, yoksa enerji mi ?

Dokunmakta mı bunlara mutluluk, yoksa uzak durabilmekte mi ?


Çirkinle, kötüyle kim mutlu olabilir, güzel ve iyi dururken ?


Güzel olabilir miydi, güzel dediğimiz, ya çirkin varolmasaydı ?


İyinin ne değeri kalırdı, kötünün olmadığı bir dünyada ?

Kötülüğü dengeleyen iyilik midir?

Yoksa çirkinlik çirkinlikle mi dengelenir ?

Dengede mi aranmalı mutluluk, akışın, hareketin, değişimin ve devinimin olmadığı durağanlıkta mı?


Yoksa başıboşlukta, kaosta, belirsizlikte mi ?



Gerçeği ararken kaybolmuştu... Bu ve daha bir çok benzeri soruları soruyordu; cevaplar arıyordu sorularına düşünen, düşüneli ...


Yorum yaz...

Teşekkür ederiz. Yorumunuz onaylandıktan sonra yayınlanacaktır.
Üzgünüm. Yorumunuz gönderilemedi. Lütfen tekrar deneyin.
  • (Yayınlanmayacak)