The Spontaneous City
Yazan : Nils van der Waal**http://www.nilsvanderwaal.nl/?p=408Çeviri Katkısı: Cansu Üstündağ
Ekonomik durgunluğun etkisiyle, mimarlar gibi kentsel tasarımcılar da yeni yaklaşımların arayışı içerisindeler. Görünen o ki, Urhahn Urban Design ofisinin The Spontaneous City’yi yayınlamasındaki amaç, bize, mesleği tekrardan tanımlayacak bir el kitabı sunmak. ‘Spontaneous City’ uzun süredir var olan ve değişik şekillerde tanımlanabilen bir terim. Yine Urhahn Urban Design ofisinin belirttiği gibi, kitap gelişmelerle ilgili toplulukların köşe yazılarının, makalelerinin, söyleşilerinin, analizlerinin ve proje tanıtımlarının kırktan fazlasını içeriyor. Önsöz’de Brendan McGetrick’nın da belirttiği gibi, kitapla beraber ilgi çekmek istedikleri nokta, ‘esneklik, sürdürülebilirlik, girişimcilik ve sürprizler gerektiren çağdaş kültüre uyum sağlanabilmesi için kentsel uyum ve güvenliğin yenilenmesinin gerekliliğini vurgulayan, yeniden oluşturulmuş kurallara göre yapılan modern şehirler’. Brendan McGetrick’ya göre, plancıların çoğu meslekleriyle ilgili abartılı görüşlere sahip, ancak artık yeni ortaklıklar için araştırma yapmaları ve dünyanın kısıtlı Avrupai bakış açısından kaçınmayı öğrenmeleri gerekiyor.
Büyük tarafların yürüttüğü işler vasıtasıyla, alışılagelmiş uygulamaları ortadan kaldırmak için uygun zaman oluşmuş durumda. Ancak bütünüyle incelendiğinde, yazarlar Hollanda planlama geleneklerini tamamen ve düşüncesizce saf dışı bırakmak niyetinde değiller. Niyetleri gelişmedeki belli başlı oyuncuları, daha küçük bir ölçekte üretim yapmaya ve sürece diğer tarafları katmaya zorlamak.
Şimdi yeni konsept zamanı. Spontaneous City konsepti, şehir ve şehrin sakinleri arasında bir bağ kurmanın peşinden koşuyor. Önemli prensiplerini ise, sakinlerin girişimleri için daha çok boş alan, karmaşık programlar ve daha küçük ölçekli girişimler oluşturuyor. Kendiliğinden oluşan katkıları hissettirmek için tasarlanmış kitap, alternatif ulaşım olarak bisikleti tekrar gündeme getiriyor. Kitabın iddialarından bir diğeri ise sadece birkaç açık, net ve basit kurala ihtiyacımız olduğu, böylece devlet müdehalesini mümkün olduğunca en aza indirebileceğiz ve esnekliğin hakim olduğu bir sistem açık bir çözüm. Hükümet bundan sonra farklı girişim ve süreçleri kolaylaştırmak adına devreye girebilir. Söyleşiyi yapanlardan biri, oyun tasarımcısı Ben Ceverny, video oyunlarıyla spontan kent arasında benzerlikler bile bulmuş. “Belirli, temel bir karakter seçiyorsunuz ve onu belirlenmiş seçenekler yardımıyla donatıyorsunuz” diyor.
‘Spontaneous’ aynı zamanda şüphelerle yaşamayı öğrenmek anlamına da geliyor. Dikkatlice organize edilmiş ve ilelebet değiştirilemeyeceği düşünülen ana planlar, artık geçmişte kaldı. Hollanda övündüğü, zengin ve özgür bir planlama geleneğine sahip – en azından Urhahn Urban Design yazarlarının iddiası bu yönde – ve mekansal planlamanın yeni formunu denemek için mükemmel bir yer: “Spontaneous City konsepti, yanlış giden bir şeyler olduğunda bile, yeni fırsatlar sunar. Şehir plancılara, esnek bir tutum benimseyebilmek ve canlı, sürdürülebilir bir kent yaratmak için özel girişimlerden elde edilenleri akıllıca kullanabilmek amacıyla başvurulur. Şehir plancı, planlayıcılık yerine ‘araştırıcı’ rolünü benimsemelidir.” (kitaptaki Kalkınma Ekonomisti William Easterly söyleşisinden alıntıdır). Araştırıcı tutum, insanların değişen koşullara daha kolay alışabilmesini sağlar. Urhahn Urban Design beyannamesine göre, spontaneous city’de iş adamları ve şehir sakinleri olarak birçok üretici bulunmaktadır. Bu da içerisinde başka bir tutum ve düşünceyi barındırıyor. Her şeyden öte, bir gemide birden fazla kaptan, dümenci talebini gereğinden fazla arttırır. Urhahn Urban Design, 4 tane anahtar prensip tanımlamakta: Bunlardan ilki ‘yakından bakmak’, yerel ihtiyaçları dikkate almak ve küçük aşamalı çalışmak anlamındadır. İkincisi ‘açık gelişmeleri denetlemek’, uygulanabilir binalar için bir başvuru niteliğindedir. Üçüncüsü ise ‘toplu değerler yaratmak’ ve halihazırda devam eden toplu yatırımlara dikkat çekmektir. Bunun için hükümet tarafından idare edilen sağlam bir sistem gereklidir. Dördüncü prensip ‘kullanıcıya yönelik olmak’tır. Yazarlara göre spontaneous city, sonsuz bir büyüme ve uyum süreci içerisinde olan kent sakinleri tarafından tasarlanır. Şehir plancılarının yeni rolü, ortak çıkarlarla bireysel arzular arasındaki ilişkiyi kurmaktır. Ardından kitap, Urhahn Urban Design tarafından, Newyork'taki kareli defteri andıran şebeke sistemi, Amsterdam'ın kanalları, Hague'deki Statenwartier Bölgesi, Güney Amerika'nın gecekonduları, ve hatta antik Roma gibi klasik örneklerden çeşitlendirilen birçok referansı önümüze koyuyor. Ancak Amsterdam Kanalları ve Manhattan Şebekesi, ekonomik refah dönemlerinde büyük kapitalistlerin yardımlarıyla inşa edilmediler mi? Tehditlerle, gecekonduların su ve elektrik ihtiyacını ve hatta uyuşturucuyu tedarik eden mafya değil mi? Hiçbir senaryo Hollanda’da doğrudan uygulanabilir gibi gözükmüyor. Urhahn Urban Design tarafından sunulan örnekler, kentte, yeni değerlerin nasıl senaryolarla üretilebileceğinin iyi bir göstergesi. Yaratıcılık, küçük değişiklikleri büyük bir yelpazede harekete geçirebilmek için vardır. Büyük yatırımcı eksikliği, mekansal değişiklikleri gerçekleştirmek için küçük projelerin katalizör görevi görmek üzere uygulanacağı anlamına gelmektedir.
Spontaneous City konsepti, her şeyden önce, ortak değerler ve bireysel özgürlük arasında kurulacak daha iyi bir denge için cesur bir araştırmadır. Şehir Plancısı bu duruma, basit ama güçlü bir çerçeve oluşturulması için koşulları düzenleyerek katkıda bulunabilir. Bu çerçeveye özgürlük hakimdir. 1900 öncesinde, hükümet konutlar için değil, altyapı için uğraşıyordu. Şimdi birkez daha bu yönde ilerliyoruz gibi görünüyor.
Akıllarda kalan soru ise eğer etrafımıza bakıp birazcık da olsa ilham verici olan örnekler bulabilirsek Hollanda’nın halen dünyanın geri kalanı için bir laboratuvar olup olmaması gerektiğidir. Bu ‘kendiliğinden’ yapı fırsat değil, gerekliliktir. Şüphesiz ki yakın gelecekte, Hollanda’da daha çok, varolan kenti onarmaya odaklanılacaktır. Ve bu süreçte, gerçekten çok daha az düzenleme gereklidir. Ama sonradan, kontrol edilemeyecek bir kaosa sebebiyet verecek hataların riskini almış olmayalım? Bu konsepti gerçekten de savaş sonrası konut bölgelerine uygulayabilir miyiz? Ve daha da önemlisi, Hollanda planlama kültürü, değişme kapasitesine sahip mi? Gert Urhahn buna inanıyor. “Bunu kolaylaştıracak bir hükümet ve birçok parti için başka bir yaklaşımda bulunmanın tam zamanı” diyerek iddiasını sürdüyor.
Kitap, Urhahn’ın bir söyleşisi ile sonlanıyor. Ona göre, the spontaneous city insan yapımı (modern) kente bir tepkidir. Bu kent varolan yapıları gözardı eden, katı ve verimsiz, arabalarla dolu bir konut çevresi ile nitelendirilmiştir. Bu yadsınamayacak bir durum ama modern kent de yüzyılın başlarında, yetersiz yaşam koşullarına bir tepki olarak herkes için kaliteli, temel yaşamı garantileyen bir yol olarak doğmamış mıydı? ‘Spontaneous city’ nin neye dönüşeceğini zaman gösterecek.