Bir Kısa Film Yönetmeninin Söylediği Gibi; Daha Fazla Vaktim Olsaydı Daha Kısasını Çekerdim
Kasso Sponsorluğunda hazırlanmıştır.
TAMİRCİ MİMARLIK
CAN TAMİRCİ
Bu yaklaşım bizim mimari anlayışımızı anlatmak için çok uygun. Yani bir proje için mümkün olan en uzun süreyi kullanmak ama sonuç ürünün de o minvalde net ve kolay anlaşılır olması...
Öncelikle sizi tanımak ve ofis yapılanmanız hakkında bilgi almak isteriz.
2007 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nden mezun oldum. 2010 yılında Bilgi Üniversitesi’nde yüksek lisans programını tamamladıktan sonra 2012 yılında kendi şirketimi kurarak ilk projem olan Kartal Hafta Sonu Evi projesini tamamladım. Neredeyse bir yıl tasarım, bir yıl da inşaat süreci olan bu yapı ile başlayan ofis pratiği 2012 yılından bu yana aktif olarak devam ediyor. Bir yandan da yaklaşık üç buçuk senedir Bilgi Üniversitesi’nde yarı zamanlı öğretim görevlisi olarak çalışıyorum. Kısacası hem piyasada hem de akademik ortamda iş üretmeye eğilimliyim. Birbirlerini besledikleri gibi zaman zaman birbirlerinden rol çalıyorlar... Ama iki süreci birlikte yürütmek benim için keyifli bir deneyim.
Ofisi çok büyük çaplara getirip çalışırken memnun olmayacağımız ölçeklerde bir çalışma ritüelimiz yok. Mümkün olduğunca butik ve hedefe yönelik işler yapmaya çalışıyoruz. Sadece maddi kaygılarla üretmiyoruz. Öyle bir strüktürümüz de yok zaten. Yani yeri geldiği zaman genişleyen yeri geldiği zaman daralan bir yapımız var. Çekirdek bir kadroyu sürekli koruyor, ihtiyaç olduğunda ise genişleyebiliyoruz. Kendimi bazı konularda şanslı hissediyorum çünkü bugüne kadar yaptığımız işi saygıyla karşılayan, mimari projelerin öneminin, yatırımın öncüsü olduğunun farkında olan ve projecilik anlamında neredeyse bütün rolü bize bırakan işverenler ile çalıştım. Bu benim için gerçekten çok değerli...
Kartal Hafta Sonu Evi, İstanbul
Kartal Hafta Sonu Evi’nin kendi ofisinizi kurmanıza vesile olduğunu söylediniz. Öyleyse bu projenin sizdeki yeri farklıdır. Bize bu projeyi biraz anlatır mısınız?
Kartal Hafta Sonu Evi sürekli yaşanan bir konut değil. İşveren bu yapıyı düzenlemiş olduğu çeşitli etkinlikler için özel olarak sipariş etti. Burada yemekler, toplantılar ve sunumlar organize ediliyor. Spor yapılıyor, dinleniliyor. Sadece haftanın belli günlerinde gerçekleşen aktiviteler için kullanılıyor. Binanın bu konsepte uygun hizmet verebilmesi için defalarca yeni denemeler ürettik. Bina formunun rasyonelliği, sadeliği ve kolay anlaşılabilirliği projenin etkisini de arttırdı diye düşünüyorum. Biz genel olarak mimari proje eğilimi olarak bu yaklaşıma yatırım yapmaya çalışıyoruz. Bir kısa film yönetmeni şunu söylüyor: “Daha fazla vaktim olsaydı daha kısasını çekerdim.” Bu yaklaşım bizim mimari anlayışımızı anlatmak için çok uygun. Yani bir proje için mümkün olan en uzun süreyi kullanmak ama sonuç ürünün de o minvalde net ve kolay anlaşılır olması... Kartal Hafta Sonu Evi’ne dışarıdan baktığınızda 3 tane ortogonel formun birbirinin üstünde kaydırıldığını ve bu kütlelerin birbirlerine saçak ve teras oluşturduğunu fark edersiniz. Dolayısıyla ihtiyaç olan bir balkon ya da saçak eklentisi yapmaya gerek kalmıyor. Onları zaten bu kütleler kendileri üretiyorlar. Yönetmenin bakış açısı da benzer şekilde bu netlik ve berraklıkla örtüşüyor...
Ben mimarın asıl görevlerinden bir tanesinin doğru soruları arayıp bulmak olduğunu düşünüyorum. Her projede karşılaştığımız problemlerin, koşulları, bağlamı, iklimi, topoğrafyası hepsi birbirinden farklı. Álvaro Siza, “Mimarlıkta inovasyon yoktur” diyor. Bu söylem üzerine çok tartışılabilir ve herkes kendine göre yorumlayabilir. Ben ise bu söylemi şöyle yorumluyorum. Zaten bizim uğraştığımız ölçek, ışık, malzeme ve daha birçok konu her projeye göre farklılık gösteren ve keşfedilmeye hâlâ açık olan konular. İnovasyon zaten bizim en başından beri -mimarlığın doğduğu günden bugüne- uğraştığımız şeyin kendisi.
‘Hâlâ öğrenecek bir şeyiniz yoksa o işi bırakın’ diye bir söz vardır. Ben bu sözün bizim mesleğe çok yakıştığını düşünüyorum.
Kartal Hafta Sonu Evi, İstanbul
Peki sürdürülebilirlik konusunda yapılanlar inovasyon değil mi?
Bu noktada sürdürülebilirliğin moda olan tarafını bir şekilde eleştirebiliriz. Oradaki inovasyona da çoğu zaman ihtiyacımız yok aslında. Asli olarak bizim; yapının ışığı en verimli şekilde nasıl alacağını, doğal havalandırmanın çok fazla makina ekipmanına ihtiyaç duymadan nasıl sağlanacağını, tükettiği suyu yeniden kullanıma nasıl alabileceğine dair sorumluluklarımızı yerine getirmemiz gerek. Bu ana ilkeler unutularak yapılan büyük maliyetli yapıştırma çözümlerin faydasından ziyade zararı var. Ancak kent bağlamında olgunlaştırılıp altyapısal hamleler ile tekil konut ölçeğine uzanan bir silsile sonucu doğru ve sürdürülebilir çözümlere ulaşabiliriz.
Van İpekyolu Belediyesi Projesi
Günümüz yapı malzemeleri konusunda ne düşünüyorsunuz? Kullanmayı çok sevdiğiniz bir malzeme var mı?
Bu soruya yalıtım konusundan giriş yapmak istiyorum. Ben neredeyse bütün binaların su sızdırdığını gözlemliyorum. En kötü araba bile içine su almazken bütün yapıların su problemi var. Karşıma çıkan tüm yalıtım malzemelerini detaylı olarak incelemeye çalışıyorum. Sorun yalıtım malzemesinin hatalı oluşu mu, uygulamanın doğru yapılmayışı mı yoksa sistem çözümlerindeki teknik problemler mi bilmiyorum. Malzeme sektörünün sürekli geliştiğini inovasyonların, testlerin yapıldığını hepimiz biliyoruz ama su almayan yapıya hâlâ rastlamadım maalesef. Bu konudaki standartların ve iş birliklerinin yeniden gözden geçirilmesi gerek.
Türkiye ve yurtdışındaki inşaat ve tasarım pratiği arasında temel farklar var. Gözlemlediğim bazı örnekler üzerinden söyleyecek olursam yurtdışında tasarıma ayrılan süre neredeyse inşaata ayrılan süreye eşit. Bizde ise genelde çok kısa süreye sıkıştırılmış eskizler, etütler yatırım zorlamaları nedeniyle kendilerini aniden inşaat sahasında buluyorlar. Böyle olunca tasarım aşamasında karşımıza çıkabilecek sorunları eğer karşımıza çıkarsa çözeriz diye halının altına süpürüyoruz. Böylece uygulama esnasında süreç uzuyor ve stres faktörü artıyor.
Kullanmayı sevdiğim bir malzeme sordunuz, aslında bu konu benim biraz eleştirdiğim bir konu. Tüm projelerimde seviyorum diye bir malzemeyi kullanmayı, ezberden proje üretmeye, önceden uygulanan hazır çözümleri her yeni projede tekrar etmeye benzetiyorum. Her projenin kendine özel farklı soruları, farklı çözümleri vardır. Bu nedenle malzeme konusunda da bir ezberimiz yok. O projenin malzeme arayışı neyse ürünü de bambaşka bir malzeme olabiliyor. Örneğin Kartal Hafta Sonu Evi’nin zemin katında yarı geçirgen cam malzeme kullandık. Kullandığımız yarı geçirgen cam malzeme buranın ışık etkisine büyük bir katkıda bulundu ve hava karardığı zaman iç mekanın ışığının difüze bir şekilde dışarıya yansımasını sağladı. Bu uygulama ev için önemli bir özellik oldu, bu kat dışarıdan komple bir ışık kaynağıymış gibi algılanıyor.
Her projenin kendine özel farklı soruları, farklı çözümleri vardır. Bu nedenle malzeme konusunda da bir ezberimiz yok. O projenin malzeme arayışı neyse ürünü de bambaşka bir malzeme olabiliyor.
Evka Sosyal Merkez Yarışma Önerisi
‘Hâlâ öğrenecek bir şeyiniz yoksa o işi bırakın’ diye bir söz vardır. Ben bu sözün bizim mesleğe çok yakıştığını düşünüyorum. Yani sürekli öğrenmeye ve öğrendiklerimiz üzerine hep yeni bir düğüm atmaya hazırız. Projeler de bunun için biçilmiş kaftan. Yeter ki projenin sınırları ve koşulları hem işvereni hem de mimarı karşılıklı olarak tatmin edecek bir şekilde düzenlensin. Yaptığımız projelerin dışarıdan bir iki cümleyle kolayca değişebilecek durumda olmamaları için tasarım kararlarının altında yatan gerekçeleri karşı tarafa iyi aktarmak hatta bazen tercüme etmek zorundayız.
Günümüz mimarlığını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kenneth Frampton, “Mimarlık yeni bir şey söylemiyorsa gereksizdir” der. Frampton aslında burada şunu demek istiyor. Kent zaten arka arkaya kendini türetebilmek için hazır. Kentin kendini türetmesi için mimara ihtiyaç yok. Üreticiler bakarak, taklit ederek kendini tekrar eden yapılar üretebilir. Ama mimar devreye girip bir takım yeni paradigmalar ortaya koymadığı sürece mimarlık gereksizdir. Bence bu bu bakış açısı çok değerli ve altı çizilmesi gereken bir konu...
Jackson Pollock – “No: 5” Adlı Tablosu,
Üreticiler bakarak, taklit ederek kendini tekrar eden yapılar üretebilir. Ama mimar devreye girip bir takım yeni paradigmalar ortaya koymadığı sürece mimarlık gereksizdir.
Günümüzde hiper-bireysellik döneminin içinde yaşıyoruz. Bir takım ana akımlar giderek çözünmeye başladı ve kişisellik daha ön planda okunur hale geldi. Bu kişiselliğin ön planda olmaya başladığı dönemde ekspresyonistlerden Jackson Pollock – “No: 5” adlı tablosu, 1947’de modernizmin yavaş yavaş yerinin sorgulandığı bir döneme denk geliyor. Tablonun özelliği şu: Bazı eleştirmenler bu tabloyu çok düzenli ve rasyonel bulurken, başka bir kesim çok kaotik ve rahatsız edici olduğunu savunuyor. Tam da böyle bir çağın içerisindeyiz. Yaptığımız her şey bu ayrıma her an maruz kalmaya açık. Dolayısıyla artık mimarın projesinde sırtını dayadığı kavram her ne ise; onun altını her zamankinden fazla doldurması gerek.
Rize’nin bir yaylasında 15 katlı kule yapan bir müteahhit var örneğin. ‘Biz son dönemin trendi yatay mimarlık yaparak doğaya ve toprağa çok fazla müdahale etmek istemedik’ yazıyor projenin altında müteahhitin ağzından... Etrafında hiçbir yerleşke olmayan bir yaylaya 15 katlı yapılan bir kulenin meşruiyetinin zemininin bu olması gülünç elbette. Fakat bazı aktörler ortadaki mimari araçları ya da söylemleri işlerine geldiği şekilde kullanmaya başladılar. Hiper-bireysellik böyle bir şey değil. İşin bu tarafı suistimal edilmeye başlarsa bu sefer tamamen kuralsız bir oyunun içinde bulabiliriz kendimizi.
Tekirdağ Büyükşehir Belediye Binası Yarışma Projesi
Aynı zamanda bir akademisyen olarak Türkiye’deki Mimarlık eğitimini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Son yıllarda çok fazla üniversite açıldı ve mimarlık bu üniversitelere akademik kadro yeterli olmadan aniden dahil edilmeye başlandı. Devlet okulları değerli kadrolarını parçalanarak yeni açılan okullara kaptırma durumuna geldiler. Evet çok değerli akademisyenlerimiz var ama onların birbirinden ve kendi içlerinden de beslenebilecekleri bir ortam akademi. Bu parçalanma ve çoğalma o diyaloğu koparma riski taşıyor.. Kendi başına bir dekanın veya bölüm başkanının o üniversitenin seviyesini yukarıya çıkartması kısa vadede çok mümkün değil. Bunun için zaman lâzım, bir üniversite kadrosu kolay oluşmuyor.
Üniversite artık bir öğrenme yerinden ziyade bir ilişki ağı genişletme yöntemine dönüştü. Şöyle bir anektod paylaşayım: Bir öğrencim çizim dersinin ortasında acil olduğunu söyleyerek telefonla konuşmak için izin istedi ve uzaklaştı. İster istemez kulak misafiri oldum ve kendi inşaatları için demir fiyatı pazarlığı yaptığını duydum. O bir müteahhit çocuğu, işler ona kalmış ve daha birinci sınıfta demir tedarikçisi ile proje hakkında toplantılar yapmaya başlamış. Eskiden öğrenciniz olan bir kişinin sonradan sizin işvereniniz olması ihtimali mümkün hale gelmesi ilginç geliyor bana. Eskiden hiç olmayan bir fark bu. Oraya mimarlık yapmak için değil genel kültür olsun diye gelen öğrenciler de var, sizin mimari görüşünüzü anlamak için çabada bulunan, kendi çabasını size benzer şekilde geçiren öğrenciler de. Bir eğitmenin payının yüzde 30’ları geçmediği istatistiklerle kanıtlanmış bir gerçek. Birbirinden ya da açık kaynaklardan öğrenme artık daha revaçta.
Benim okuduğum dönemde Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde yapılan seminer sayısı çok sınırlıydı. Şimdi ise çoğu üniversitede çok yoğun mesleki seminer ve panel programları yapılıyor. Hatta sade vatandaş olarak üniversite koridorlarında dolaşsan ve neler oluyor diye kulak kabartsan mesleğe olan birikimin azımsanmayacak şekilde artar diye düşünüyorum. Artık bir yandan öğle yemeğini yerken bir yandan Venedik’teki bir sunumu telefonundan izleyebiliyorsun. Tabii bilgiye ulaşımın bu kadar kolaylaştığı bir dönemde ona ulaşmak için sarfedilen enerjinin azalması da ironik.
Projelerinizde açık alan tasarımlarının etkisi nasıl oluyor?
Açık alan kullanımını çok fazla önemsiyoruz. Hem kendi mimarlık ofisimin eğilimi bu yönde hem de akademide çok fazla dert ettiğimiz bir konu açık alan tasarımı. Zaten yapıyı tasarlamakla açık alanı tasarlamak arasında çok fazla fark yok. İkisi de seri devreler gibi birbirine bağlı, birisi iyi çalışmazsa diğeri de çalışmıyor. Projelerimizde açık alan tasarımı mimari tasarım ile bir arada yürüyor, hatta bazı projelerin mimari eğilimleri açık alanda aldığımız birtakım kararlar sonucunda şekilleniyor. Açık alanın sürekliliğini tasarlarken bir anda yapıyı da o geçişkenliğe eşlik eden bir mimari fikir ile destekliyoruz. Biz binayı tasarlayalım arta kalan kısımları peyzaj olarak değerlendirelim kanaatini hiçbir zaman benimsemedik... Bu ikilinin eş-zamanlı dengesini kurmak çok önemli. Meselâ Tekirdağ Belediyesi yarışmasına katılarak 3.lük ödülü aldığımız projemizde açık alan dolaşım sürekliliğini yapıyı şekillendirmek için baz alarak yapmış olduğumuz bir iş. Yapının içerisindeki rampa bütün kent içerisindeki sürekliliği yapının içerisinden dolaştırıyor, yapı da o rampanın izdüşümüne dönüşüyor.
Yine aynı şekilde Van İpekyolu Belediyesi projemizde de bu durum çok açık. Hep yapıyı açık alanla birlikte düşünme eğiliminde oluyoruz. Bu projenin de şöyle bir angajmanı var. Burada bir park alanı ve belediye hizmet binası vardı. Yapıyı park alanı ile bütünleştirme fikrini bir alt zemin kurgusu ile çözmeye çalıştık. Yapıyı biraz yükselterek aslında park peyzajını yapının kendi içerisine aldık ve böylelikle bu ikisini bir arada tasarlamak söz konusu oldu. Yapı zemin üstünde kendi özel çalışma birimlerini barındırırken zemindeki sosyal alanlarını da bu parkla bütünleştiren bir şekle büründü.
Son bir anektodla bitirelim isterseniz. Artvin’de bir katlı otopark projesi yapıyoruz. Malum Karadeniz bitki örtüsünün yoğunluğunu anlatmaya gerek yok. Projeyi yaptığımız arsanın da çevresi olağan bir şekilde yeşil dokuya sahip. Çevredeki yeşil dokuya uyum sağlamak için binanın cephesini sarmaşıklar ile sarmayı önerdiğimde şöyle bir tepki aldım: Can Bey her yer yeşil zaten... Dolayısıyla bugüne kadar cebimizde getirmiş olduğumuz mevcut yeşil dokuyu ya da yüzeyi artırma eğilimi Artvin için olumsuz bir tavır olarak karşımıza çıkabiliyor. Bu nedenle biz her projede kendi ezberlerimizi dahi sorgulamayı tercih ediyoruz. Çünkü doğru soru her yeni koşulda değişmek zorunda.