Ece Ceylan Baba'ya Sorduk...
Ece Ceylan Baba: "Mimarlığın sürdürülebilir ve ekolojik boyutu tasarımın çevreci bakış açısına sahip olmakla ilgili. Ortalama yapı ömrünün ellibeş altmış yıl olduğu düşünülürse bizler mimar olarak bir yapıyı tasarladığımızda bizden sonraki neslin aslında kentsel ortamını da hazırlamış oluyoruz. Bunun sorumluluğunun çok iyi farkında olmak gerektiğini düşünüyorum. Kente eklediğimiz, eklemlediğimiz, kazandırdığımız yapıların bu kazanım gerçekleşirken neler götürdüğünü de hesaplıyor olmamız lazım. Ben sürdürülebilirliği böyle algılıyorum kendi penceremden. Sürdürülebilirlik o kadar geniş bir kavram ve o kadar aslında günümüzün klişesi haline geldi ki ben gerçek sürdürülebilirlik kavramının getirdiklerinin götürdükleri ile dengelemeye çalışmak olarak algılıyorum. Doğadan aldığımızı doğaya vermemiz gerektiğini düşünüyorum.
Sürdürülebilir mimarlık eğitimi ülkemizdeki ilgili fakültelerde bir disiplin içerisinde veriliyor mu? Siz bir mimar olarak mimarlığın sürdürülebilir ve ekolojik boyutu ile ilgili bilgi birikimine nasıl sahip oldunuz?
Mimarlık eğitimi genel anlamda tasarım disiplini eğitimi ve bende tasarımın felsefesini anlatıyorum öğrencilerime. Karşımdaki kişinin neyi tasarlayacağına kendisinin karar verip o alanda derinlemesine uzmanlaşmasını bekliyorum. Eğer bu alan ekolojik ve sürdürülebilir mimari ise bu yönde daha çok açılım yapmasına olanak sağlanmalı. Türkiye’deki eğitim sistemi buna tam entegre değil ama üniversitelerimiz şu anda bir akriditasyon süreci geçiriyorlar ve sistem şu anda daha çok, öğrencinin seçimine olanak sağlayan bir sisteme döndü. Zorunlu dersler aza indirildi, seçmeli derslerin sayısı arttırıldı ve öğrenciler ikinci sınıftan itibaren artık seçmeli derslerle eğitim görüyorlar. Bu da öğrencinin yönelmek istediği tarafa daha çok açılım yapmasını sağlıyor. Benim görev yaptığım Bahçeşehir Üniversitesi ve devletin mimarlık fakülteleri de bu sisteme geçtiler. Yeni üniversiteler de bu değişim sürecindeler. Devir bilgi devri değil artık çünkü günümüzde bilgiye ulaşmak çok kolay ve bu yüzden daha çok sorgulamaya, proje üretmeye ve uygulamaya yönelik eğitim modelleri oluşturmak daha doğru. Bu sistem henüz tam oturmuş değil ama başladı ve önümüzdeki yıllarda daha da iyi olacak.
Mimarlığın sürdürülebilir ve ekolojik boyutu tasarımın çevreci bakış açısına sahip olmakla ilgili. Ortalama yapı ömrünün ellibeş altmış yıl olduğu düşünülürse bizler mimar olarak bir yapıyı tasarladığımızda bizden sonraki neslin aslında kentsel ortamını da hazırlamış oluyoruz. Bunun sorumluluğunun çok iyi farkında olmak gerektiğini düşünüyorum. Kente eklediğimiz, eklemlediğimiz, kazandırdığımız yapıların bu kazanım gerçekleşirken neler götürdüğünü de hesaplıyor olmamız lazım. Ben sürdürülebilirliği böyle algılıyorum kendi penceremden. Sürdürülebilirlik o kadar geniş bir kavram ve o kadar aslında günümüzün klişesi haline geldi ki ben gerçek sürdürülebilirlik kavramının getirdiklerinin götürdükleri ile dengelemeye çalışmak olarak algılıyorum. Doğadan aldığımızı doğaya vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Dünyanın hem ekolojik dengesinin hem de coğrafi ve fiziki dengelerinin sarsılmaması adına biz projelerimizde sürdürülebilirliği uyguluyoruz. Günümüz küresel dünyasında bu çok mümkün değil, çok fazla yapılaşma, çok fazla doğaya müdahale var ve yapı sektörüne büyük görev düştüğünü düşünüyorum. Kendi enerjisini kendi üretebilen, yeşil alanları maksimum kullanabilen ki yapı teknolojileri çok gelişti ve yapıların içerisinde bile yeşil alanlar kurgulanabiliyor. İç bahçeler, çatı bahçeleri gibi... Ben de projelerimde bu anlamda duyarlı olmaya ve yatırımcılarımızı / müşterilerimizi de bu alana yönlendirmeye özen gösteriyorum.
Mimarlık sürdürülebilir inovasyon için önemli bir arena diyebiliriz. Konut sektöründeki hızlı gelişim sürdürülebilir, çevreci ve yenilikçi tasarımları hayata geçirmek için iyi bir fırsat. Mimaride sürdürülebilir tasarım aşamalarından bahsedebilir misiniz?
Sürdürülebilir bir tasarım aslında ilk fikir aşamasında başlıyor. Ben bu sistemin yapı inşa edilirken ya da tasarım bittikten sonra eklenebileceğini düşünmüyorum. Sonradan eklenmesinin göstermelik ya da yapay kurgular veya pazarlama unsuru olarak değerlendirilen kurgular olduğunu düşünüyorum. Ama tasarımın en başından yapı bu hassasiyetle tasarlanırsa, tasarımın formundan biçiminden tutun malzeme seçimine kadar doğru kurgulanırsa sürdürülebilir bir tasarım olur. Hatta sonrasında yapıyı kullanacak olanlara kadar sürdürülebilir olmasını gözetmeniz lazım ki gerçek anlamda sürdürülebilir olsun.
Turizmin yarattığı fırsatlar kadar doğal çevreye verdiği zararlar da bilinen bir gerçek. Sürdürülebilir Turizm kavramının sıkça konuşulduğu bu günlerde çevreye duyarlı otel mimarisi nasıl kurgulanmalıdır? Bu noktada yatırmcıya düşen görevler nelerdir?
Türkiye’de turizmin tam olarak profesyonelleştiğini düşünmüyorum. Turizmin bir çok dalı var; doğa turizmi, yaz turizmi, kayak turizmi gibi... Bu sınıflandırmaların hepsi mevsimlerin değişik periyodunu içeriyor. Demek oluyor ki bu periyod dışında o yapılar atıl kalıyor. Örneğin güneydeki yaz otelleri Mayıs ve Eylül ayları arasında işliyor ve bu dört ay haricinde sekiz ay boş kalıyor. Bu nedenle bence bu tür yapıların öyle bir tasarlanmasın ki atıl dönemlerinde de başka fonsiyonları olsun. Bir konferans salonu entegre edilerek kışın da yaşatılabilir olsun ya da dağ otelleri kış ayları haricinde dağ kampları, yaz okulları gibi başka tür eğitimlerle yazın da çalışıyor olsun. Bir yapı yaşadığı sürece nefes alır, yaşamadığı sürece çürür ve çevresini de çürütür. Sürdürülebilir turizm konusundaki görüşüm bu yönde.
İnsan sağlığının yapı ile olan etkileşimi olarak tanımlayabileceğimiz yapı biyolojisi ile ilgili düşüncelerinizi bizimle paylaşır mısınız?
Ben yapıların canlı organizmalar olduğunu düşünüyorum. Biz mimarlar heykeltraş ya da ressam değiliz. Kendimize ait bir eser üretip onu bir yerde muhafaza edemiyoruz. Bizim tasarladığımız alanlar birilerinin yaşam biçimlerini belirliyor. Bu nedenle mimarlık yaşamla iç içe. Bir yapının içinde insan yaşamıyorsa o yapı yaşamıyor aslında. Nasıl canlı organizmaların biyolojisini inceliyoruz yapıların da bir biyolojisi var; bir yaşam döngüsü, bir kalbi, bir girişi bir çıkışı... Onları da canlı bir organizma gibi çözümleyebiliriz. Yapı biyolojisi denilince aklıma bunlar geliyor. Eğer bu alanda çalşmalarınız olursa ben de bu çalışmanın içinde seve seve yer alırım. Çünkü ben en başından itibaren mimarlığı böyle öğretiyorum öğrencilerime. Yaşayan bir şey ürettiğinizi bilin...
Yapıların çevreci ve insan sağlığına uygun olabilmesi için mevcut sertifika sistemlerinden birine sahip olmaları yeterli midir? Sertifika almak dışında başka neler yapılabilir?
Mutlaka sertifika almak, denetleniyor olmak güzel. Ama bunların mekanizmalarının nasıl işlediğini de iyi irdelemek lazım. Çevreci dediğimiz bina sadece birileri tarafından belli kriterlere göre değerlendirilmiş bir yapımıdır yoksa tasarımcının çevreye duyarlı olarak tasarlamış olması mıdır? Herhalde ikincisi. Mimar çevreci ise yapı zaten çevreci oluyor. Mimar çevreci olarak yaklaşmamış ise yatırımcı onu çevreci hale getirmeye çalışsa da çok gerçekçi olmuyor. O nedenle bu kararların sertifika sürecinin en başında tasarım ile birlikte başlatılması lazım ki yapı bittiğinde yatırımcının da tüm kriterleri doğru uyguladığından emin olmalı komisyon bu sertifikayı vermek için. Bina bittikten sonra sertifika alınması bana çok doğru gelmiyor.
Türkiye’de sertifikası olmayan ancak sürdürülebilir bir yapı denildiğinde Bruno Taut’un birinci köprünün ayağındaki yapısı geliyor aklıma. İstanbul Boğazına yönlenmiş küçük bir kuş yuvasını andırır benim için. İncecik ayaklarla basar yere, altındaki bütün doğayı korur ve içine çeker, temiz havayı mekanlarında hissedersiniz adeta. Ölçeği de tam insan ölçeğidir. İşte bu yapı çevreci bir yapıdır çünkü tasarımcısı, en başta boğazı ve altındaki yeşil alanı korunması gereken bir değer olarak görmüş ve o duyarlılıkla tasarlamıştır. Ayrıca Türkiye güneş enerjisini kullanabilecek ilkime sahipken neden biz hala suyumuzu ısıtmak için enerji tüketiyor ve çok paralar ödüyoruz sorunu hep sorarım kendime. Mevcut binalara güneş panelleri takarak hem enerji tasarrufu yapabilir hem de ekonomimize katkı sağlayabiliriz. Benzer durum rüzgar panelleri için de geçerli. Bu şekilde mevcut binalara küçük dokunuşlarla da çevreye katkıda bulunabiliriz.
Sürdürülebilirlik ilkelerinin mimaride uygulanması konusunda kendilerini geliştirmeleri adına geleceğin mimarlarına tavsiyeleriniz nelerdir?
Yaşadığımız küresel dünya düzeni bizi hergün biraz daha yaşadığımız dünyaya ve ortama yabancılaştırıyor. Biz yabancılaştıkça duyarlılığımızı yitiriyoruz çünkü “banane” demeye başlıyoruz. Ne zaman aidiyet duygumuz gelişiyor o zaman değdiğimiz noktalara müdahale gereği duyuyoruz. Yaşadığımız kente ki biz cennet gibi bir kentte İstanbul’da yaşıyoruz, gerçekten herkesin imrendiği gıpta ettiği bir şehir. Kendi ellerimizle, tasarımcılar olarak bunu yok etmeyelim. Daha duyarlı, daha çevreye uygun, alt yapısını ve enerjileri doğru kullanan bir kent olması için hem tasarımcı hem de bir kentli olarak üzerimize düşeni yapalım. Önce kenti tanıyın, kente ait olun sonra kente dair birşeyler yapın.
Ece Ceylan Baba Ankara’da doğmuş, ilk ve orta öğretimini Antalya’da, lise eğitimini ise Ankara'da tamamlamıştır. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Akademi lisans eğitimine birincilik derecesi ile başlamış, yine birincilik derecesi ile mezun olmuştur. Yeditepe Üniversitesi Mimarlık bölümünde Yüksek Lisans eğitimini bitirerek Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde doktora eğitimini tamamlamış olan Ece Ceylan Baba, halen Bahçeşehir Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak faaliyet göstermektedir. Akademik alanda yüksek yapı ve kullanıcı katılımı konularını uzmanlık alanı olarak belirlemiş ve bu konular bağlamında dünya çapındaki yayın ve kongrelere katılım göstermektedir. Ayrıca, Baba Mimarlık’ın kurucu ortağı olarak serbest mimarlık hayatına devam etmektedir.