Mimari Artık Bir Ara Forma Dönüşmeli

Mimar Abdurrahman Çekim röportajımız KLEIDCO sponsorluğunda hazırlanmıştır


Mimari doğanın içinde tek başına orada duran ve tüketen bir durum olmaktan çıkıp aynı zamanda doğayla bir şekilde kaynaşan ve üreten bir durum oluşturabilir mi? 


Baraka Mimarlığın kuruluşu, ekibiniz, iş yapış biçiminiz, güncel projeleriniz hakkında kısaca bilgi alabilir miyiz? 

Baraka Mimarlığı 2009 yılında Sevilay Uğur Çekim ile beraber Kuzguncuk’ta kurduk. Ofisimizi kurmadan önce 9 yıl önemli ofislerde ve büyük projelerde çalışarak deneyim kazandık, bu deneyim ile artık kendi işimizi yapmalıyız düşüncesiyle Baraka Mimarlığı hayata geçirdik. 

Genç ve tasarım kabiliyeti yüksek bir ekibimiz var. Tasarım konusunda öne çıkabileceğimiz projeleri tercih ediyoruz, iş konusunda seçici olduğumuzu söylemeliyim, butik ve özel projeleri tercih ediyor, tasarım yaparken soru ve sorunlara özel cevaplar üretmeye gayret ediyoruz. Kurulduğumuz günden bu yana birçok farklı yarışmaya katıldık ve dereceler kazandık. Örnek vermem gerekirse; 2014 yılında “Arkitera Genç Mimar Ödülü”, 2016 yılında Turgut Cansever Ulusal Mimarlık Ödülleri’nde Maxx Royal Kemer projesiyle “Başarı Ödülü” aldık. 2016-2017 yılında “Avrupa 40 Yaş Altı 40 Mimar” arasında seçildik. 2018 yılında yapılan Ulusal Mimarlık Ödülleri’nde “Fikir Sunum” dalında ödül aldık. 2019 yılında Kamu Binaları Tasarım Fikir Yarışması’nda ikincilik ödülümüz var. Bunlar genç ofisler için önemli eşikler ve ödüller. Yarışma ofisi olmamakla beraber yarışmalarla bir dirsek temasımız her zaman var.

Son dönem projelerimizden bir tanesi geçtiğimiz aylarda tamamlanan 340 odalı, Torba Voyage Otel. 2013-2014 yıllarında tamamladığımız Maxx Royal Kemer projesi 1000 m2 inşaat alanına sahip bir otel projesiydi. Devam eden projelerimizden biri yaklaşık 1400 konuta sahip “Galatasaray Riva; Düşler Vadisi Projesi”. 

Bol ödüllü bir mimar/ofis olarak bu ödüllerin sizde yarattığı motivasyon nedir? 

Biz yarışmaları Ar-Ge olarak değerlendiriyoruz çünkü yarışma bütçelerinin bizim bütçelerimizi karşılaması pek mümkün değil. Aslında ödül kazanmak için değil bilgi ve birikimlerimizi biraz daha köpürtmek hedefiyle yarışmalara dahil oluyoruz.

Yarışma projelerinde ürettiğimiz çözümleri ileride kullanmak üzere veri olarak saklıyoruz. Yarışmalardan ödül kazanmak bir yandan da bize ciddi bir sorumluluk yüklüyor, göz önünde olmak bazen korkutucu da olabiliyor. Öğrenciler, akademisyenler, okullar, kamu kurumları sizi izlemeye başlıyor. 

Ticari amaçlı projeleriniz ile yarışma projeleri arasında ekip olarak nasıl bir denge kuruyorsunuz? 

Yarışma projelerinin tabii ki bize hem maddi hem de zaman olarak bir maliyeti var fakat biz bunu Ar-Ge çalışması olarak gördüğümüz için harcadığımız zamanın boşa gittiğini düşünmüyoruz. Bu çalışmalarımızı kullanabileceğimiz bir proje geldiğinde dersimize çalışmış olarak başlıyoruz. Söz gelimi Hatay’da katıldığımız “Yedi İklim Yedi Proje” yarışmasında öğrendiklerimizle Torba Voyage Otel projesinde bir doku çalışması nasıl yapılır sorusunun karşılığını bulduk. Yarışmada öğrendiğimiz bilgi bir sonraki zamanda karşılaşabileceğimiz bir sorunun cevabı oluyor. Çalışmalar bazen zaman darlığı yaratabiliyor elbette ama çok ciddi bir katkısı da var. Bu yüzden bu yarışmalara olabildiğince vakit ayırmaya çalışıyoruz. Bu sene pek katılım sağlayamadık ve bu sebepten kendimizi eksik hissediyoruz.

Torba Voyage Otel
Torba Voyage Otel

Bir projeyi hayata geçirirken benimsediğiniz temel tasarım prensipleri nelerdir?

Son yıllarda farklı bir yöne evrilmeye başladık; bir dönem tasarımı bir nesne üretmek olarak görüyorduk öncesinde de yavaş yavaş bu görüşten kopmaya başlamakla birlikte pandemi süreci bize yeni şeyler öğretti. Bir nesnenin güzelliğine ve estetiğine kapılmak bir yere kadar anlaşılabilir ama onun yaşamsal değeri ne ve bizim yaşamımıza ne katıyor sorularının cevaplarını düşünmeliyiz. Bununla beraber bir diğer konu; doğada tek başımıza yer almadığımız gerçeğiyle, temelinde sadece insanı ele alan tasarımlar değil tüm canlıları, bitkileri, suyu, dünyada beraber yaşadığımız her şeyi projelerimizin bir parçası olarak düşünmemiz gerekliliğini tasarım süreçlerimize ekledik. Sadece insanı değil doğanın her bileşenini bir taraf olarak kabul edip onların uzlaşabileceği bir yer tasarlamaya ulaşmak istiyoruz. Tasarım anlayışımızı, her elemanı bir denklemin unsuru ve vazgeçilmezi olarak görerek, tüketim odaklı olan bazı davranışları bir kenara bırakıp, uzlaşı noktası olan bir tarafa çekmeye çalışıyoruz. Bu bazen doğayla bazen yerel değerler ile bazen yer şekilleri ile olabiliyor. Son dönemde projelerimizi yerel ve yerele dair olan şeylerin ağına düşmek, onlardan yararlanmak, bizden önce hem doğanın hem insanın oluşturduğu bilgilere, dokulara yerleşimlere saygı duyarak, bunun devamı olduğumuzu hatırlayarak kurgulamaya başladık.

Torba Voyage Otel
Torba Voyage Otel

Baraka Mimarlık olarak kırmızı çizgileriniz var mı? Varsa neler?

Baraka Mimarlık olarak bazen “Don Kişot” gibi davranıyoruz. Kırmızı çizgiler çizmek yerine nasıl bir uzlaşı noktası yakalarız diye düşünüyoruz. Tek derdimiz var, karşımızdaki işverenin de belli bir olgunluğa ve insani değerlere sahip olması gerekiyor ki beraber ortak bir nokta yakalayıp, projeyi hayata geçirebilelim. Bizim niyetimiz kırmızı çizgiler çizmek yerine daha uzlaşmacı bir tavır sergilemek. Eğer işverenin ve projenin yükü, dayattıkları bizi aşıyorsa veya o bölgede yapılacak proje bölgenin yükünü arttırıyorsa biz o zaman çekilmeyi daha doğru buluyoruz. 


BİR NESNENİN GÜZELLİĞİNE VE ESTETİĞİNE KAPILMAK BİR YERE KADAR ANLAŞILABİLİR AMA ONUN YAŞAMSAL DEĞERİ NE VE BİZİM YAŞAMIMIZA NE KATIYOR SORULARININ CEVAPLARINI DÜŞÜNMELİYİZ.


Sürdürülebilir mimarlığı nasıl değerlendiriyorsunuz? Mimarlığın ekolojik boyutları ile ilgili görüşleriniz neler? Yeşil Bina Sertifika sistemleri hakkındaki düşünceleriniz nasıl?

Ekoloji kavramını projelere yerleştirmenin son derece zor olduğunu düşünüyorum. Neredeyse her proje bu anlayışla başlıyor fakat taraflar masada olmayınca; kullanıcısı yani uzun süre o binayı kullanacak, parasını ödeyecek, faydasını görecek kişiler masada olmadığından tam anlamıyla olgunlaşmış bir süreç yaşanmıyor. Yatırımcı yatırımını yapıyor ve çekiliyor, dolayısıyla her projede gündeme gelen ekolojik ve sürdürülebilirlik kavramları bir süre sonra yavaş yavaş eriyor ve en sonunda çok minik bir sertifika düzeyine iniyor, sonra fikir terk ediliyor. 

Maxx Royal Kemer
Maxx Royal Kemer

2018 yılında İlbank’ın açmış olduğu ‘Kamu Binaları Tasarım Fikir Yarışması’na manifesto olarak değerlendirilebilecek bir proje ile katıldık. Amacımız ödül almaktan öte bir ekolojik yapı nasıl olmalı ve mimari neresinde durmalı fikrini projemize aktarmaktı. Hikayemiz ise şöyleydi; bir kamu yapısı örnek yapı olmak durumundadır çünkü kamu yapıları kâr amacı gütmek yerine kamu yararına yapılmaktadır. Ve savımız da; mimari artık bir ara forma dönüşmeli sertifikalar veya bir malzemeden yana düşünülmemeli. Kastedilen şey; mimari doğanın içinde tek başına orada duran ve tüketen bir durum olmaktan çıkıp aynı zamanda doğayla bir şekilde kaynaşan ve üreten bir durum oluşturabilir mi? Temel hikâyelerden biri buydu. 

Önerdiğimiz yapı modüllerden oluşuyordu ve önerdiği durum; her modül tükettiği kadar üretmeli, kendine yetebilmeli. Hem doğayla hem kendisiyle simbiyotik bir ilişki kurmalı. Örneğin bir çalışma mekânı var, mekân tükettiği enerjiyi çatısındaki sistemden almalı, aynı zamanda yan birim bunun için çalışıp ne kadar tüketiyorsa bir o kadar yerine koymalı. Doğanın bu kadar tahrip olduğu ve kaynakların tükendiği günümüzde her eleman sadece bir amaç için kullanılmamalı birkaç amacı olmalı. Örneğin bir kolon veya bir kiriş. Bu elemanların boşluklu hale getirilip yeri geldiğinde raf olarak kullanılması, yeri geldiğinde aeroponik sistemlerdeki gibi bitki üretmesi, tıpkı büyük bir seranın içinde yaşarcasına hem üreten hem yaşamsal mekân haline gelen bir durum. Bu noktada mimari artık bir organizmaya dönüşüyor; içinde üretim de var, belli kısımlarında çalışma, elektrik üretimi. Dolayısıyla yapının kendi kendine yeteceği bir organizma, kentsel tarıma olanak tanıyan bir yapı tipolojisi. Bahsettiğim konu küçük küçük parçalarla, malzemenin bir kısmıyla uğraşmak yerine yapının tamamını kullanışlı bir organizmaya dönüştürmek gibi bir önerme. Bizim ekoloji ve sürdürülebilirliğe şimdiye kadar verdiğimiz en sıkı cevabımız belki de bu projeydi. Bu anlamdaki çalışma ve anlayışımız devam ediyor. Umarım bunu gerçekleştirebileceğimiz projelere doğru evriliriz. Kısacası sertifikalardan ziyade, ekonomik ağa dönüşen ama bazen içeriği boşaltılmış sürdürülebilirlik, ekolojik kavramlarından çıkıp daha esaslı önermelere, daha derinlemesine fikirlere ihtiyacımız var. 

Riva Düşler Vadisi
Riva Düşler Vadisi

Yaşadığımız pandemi sürecinin mimariyi de yeniden şekillendireceği konuşuluyor. Bu sürecin mimariye yansımasının nasıl olacağını ön görüyorsunuz?

Günümüzde her şey ekranlar ile konuşulmaya başladı, öyle ki çocuklarımız yan yana dururken ellerindeki ekrana bakıp gülüyorlar çünkü kendi içlerinde sürekli bir yazışma var. Daha çok kurguyla yaşanan bir dünyamız var, pandemi bunu belirginleştirdi. Çocukluk çağında başlayan sınav sistemiyle birlikte gerçeklikten, mekândan, dış ortamdan, doğadan kopmaya başladık. Her şeyi zihnimizde algılamaya, görsellikle, imgeyle kavramaya başladık. Dolayısıyla bedenin diğer uzuvları fonksiyonlarını unutur hale geldi. Bu da şehirlerdeki psikosomatik bir sürü soruna neden oldu ve bunların farkında olamadık. Bir şekilde hayatın koşturmacası buna imkân vermedi. Pandemiyle beraber unuttuklarımızı hatırlamaya başladık ve bir kurgunun içinde yaşadığımızı gördük, bir grup kentleri hızlı bir şekilde terk etti. Aslında sahip olduğumuz duyusal dünyanın gerçek olduğunu ve diğerinin bizi yanılttığının farkına vardık. 

Biz Riva Düşler Vadisi projesinde olduğu gibi pandemi öncesinde projelerimizi bu çerçevede tasarlamaya başlamıştık aslında, eğer bir konut projesi yapıyorsak içinde ekilip biçilebilir alanların olduğu, çocukların rahatça koşturduğu, ağacın dalından meyve toplayabildiği, ağaca tırmandığı, düştüğü ve yaralandığı, gerçek dünyayla yüzleşip korunaklı alanlarından çıktığı, doğaya dokunabildiği alanlar tasarlamaya başlamıştık.


SERTİFİKALARDAN ZİYADE, EKONOMİK AĞA DÖNÜŞEN AMA BAZEN İÇERİĞİ BOŞALTILMIŞ SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK, EKOLOJİK KAVRAMLARINDAN ÇIKIP DAHA ESASLI ÖNERMELERE, DAHA DERİNLEMESİNE FİKİRLERE İHTİYACIMIZ VAR.


Voyage projesinde yerele ait olan birtakım kavramlar var. Bir ege köyüne gittiğinizde bir sokakta yürürken burası bir avluya/taşlığa bağlanır. Bu alan aktif yaşam alanıdır daha sonra odalara geçilir. Bunun gibi kapalı, yarı açık ve açık alanları Ege bölgesinin bize öğrettiği şekilde tasarladık. Bu öğretileri unutmuştuk, örneğin balkonlarımızı kapatıyorduk. Bir tarafta 1940’lardan itibaren şekillenen konutlarda 3+1, 2+1, 1+1 formülleri yaşantımıza uygun mu diye düşünülmeden üretilmiş bir konutun içinde kendimizi buluyorduk. Dolayısıyla bu kopukluk üzerine düşünüyoruz. Yarı açık, açık alanlar ilişkisini, doğal ışık vs. konularını projenin içine dahil etmek için çalışmalar yaptık. Katı kategorizelenmiş planlardan, standart düzenli planlardan artık çıkmamız gerekiyor. Bu alanlar o kadar rijit ki hiçbir şekilde kendi kullanımına uygun hale getiremiyorsunuz. Açık alan haline gelip size ait bir katılımcı model geliştiremiyorsunuz dolayısıyla bu yerleşimlerin hiçbiri ev olamıyor, konutun ötesine geçemiyor. 

Pandemiyle birlikte artık ev yapmamızın, sığınağımızı hazırlamamızın zamanı geldi gibi bir algı gelişti. Duyusal dünyaya tekrar nasıl döneceğimize dair fikirler geliştirmeye başladık. Biraz geleneksel yapıları incelediğimizde günlük hayatla ilişkili olduklarını görürüz. Bu yapılarda yaşıyor olsaydık ve alt yapıları daha uygun olsaydı bu kadar şikayetçi olunmazdı diye düşünüyorum. “Eski ne kadar güzeldir” mitinden bahsetmiyorum, kökeninden kopmuş, bağını unutmuş mekânlarda yaşamaya devam ediyoruz. Şehirlerin ve metropollerin bize dayattığı zorluklardan kaynaklanan bir durum bu. Sözün kısası bunların hepsini anlayıp olabildiğince projelerimize aktarmaya gayret ediyoruz. Biz bu yaratımları pandemi öncesinde kullanmaya başlamıştık, pandeminin bize öğrettikleri ile de pekiştirmeye devam ediyoruz.

Bahsettiğiniz bu yaratımları metropollerde uygulamak ne kadar mümkün? İstanbul özelinde değerlendirebilir misiniz?

Bundan 4-5 sene öncesine kadar projelerde kat bahçeleri vardı ve emsale girmiyordu. Apartmanda yaşıyor olsanız bile, geniş bir iç bahçeye veya yarı açık alanlara sahip olabiliyordunuz. Binalar doğal ışık ve doğal hava alabilecek şekilde kurgulanabiliyordu. Fakat her şeyi aşındırmaya meyil edilince bir süre sonra bunların kullanımı ortadan kalktı. Emsalde %30 gibi bir kural geldi fakat bir süre sonra herkes kendinde bunu alan olarak kazanmaya dönük bir hak görünce, ben bu alanı salona nasıl katabilirim veya odayı nasıl büyütebilirim diye karmaşık bir hal aldı. Bu aslında gördüğüm kadarıyla mülke değer katmak için yapılan bir durum değil, kültürel bir durum. Örneğin 300 m2 evi olan biri bile, 2 kişi yaşadığı evde çatı terasını kapatmak istiyor. O alanı deşarj olabileceği, rahatlayabileceği bir alan olarak korumak yerine, kapatmayı tercih ediyor. Bir bodrum varsa bunu hobi alanına çevirmek yerine her tarafını kapatıp büyütme merakına kapılma durumu var. Dolayısıyla bizim kültürel olarak da bir dönüşüme ihtiyacımız var. Bunun kıymetini bilen, talep eden bir toplum olmalı ki mimari de bunu konu edinsin. Diğer türlü masanın bir tarafında tek başına kalan mimari grup doğrusunu anlatmaya çalışırken, diğer tarafta maksimum satışa ulaşmaya çalışan bir müteahhit ve maksimum m2 talep eden bir kitle var. Fakat yaşanabilir alanlar talep eden kimse yok. 

Metropollerde de çözüm olduğunu düşünüyorum. Bunun için her yapının birkaç katlı ve bahçeyle ilişkili olması gerekmez. Yeter ki kültürel olarak bu yozlaşmadan çıkıp, bu dönüşümü geçirip talep edelim. Konuşurken herkes buna özlemi dile getiriyor ama konu kendisine gelince, bu alanı maksimum m2’ ye çevirmem lazım düşüncesiyle kapatma ihtiyacı duyuyor. Arka planda rant üretme merakı hayatın önüne geçiyor. Rant, değer yaratmak, kötü bir şey değil fakat bunun bir oranı olmalı. 

Riva Düşler Vadisi
Riva Düşler Vadisi

PANDEMİYLE BİRLİKTE ARTIK EV YAPMAMIZIN, SIĞINAĞIMIZI HAZIRLAMAMIZIN ZAMANI GELDİ GİBİ BİR ALGI GELİŞTİ. DUYUSAL DÜNYAYA TEKRAR NASIL DÖNECEĞİMİZE DAİR FİKİRLER GELİŞTİRMEYE BAŞLADIK.


Kentsel dönüşüm sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Kentsel dönüşüm konusunda doğru bir sistem uygulanmıyor, mevcut yapının ya m2’si ya da yoğunluğu arttırılıyor dolaysıyla yeşil alanlar, mahalle dokuları, semtler yok oluyor ya da eskiden daha yaşanabilir alanlar ve balkonlar varken bunların m2’leri küçültülerek müteahhite bir pay verilmeye çalışılıyor. Kentler, mahalleler zamanla oluşurlar ve bunların bir hafızası, yaşanmışlıkları var. Bunları tek seferde ele alıp, süpürüp yeniden yapmak o bölgede yaşayan her türlü değerin yok olması anlamına geliyor. Oradaki bir ağacın bile günlük yaşantının içinde bir kıymeti var. Daha sıkışık, trafik problemlerine sebep olabilecek, küçük ve yaşam kalitesine değer katmayacak mekânlar öneriliyor. Mahalleli olma konusunu yitirmemeli, dönüşümde yerine konulan yeni bina eski binaları tamamen yerle bir etmemeli, doku kaybedilmemeli. Benim en sorunlu gördüğüm taraflar bunlar. 

Ülkemizdeki yapı malzemesi sektörünü nasıl değerlendiriyorsunuz? Malzeme temini ile ilgili yaşadığınız sorunlar var mı?

Malzeme ile ilgili tuhaf bir yerde duruyoruz. Bu kadar inşaatın yapıldığı bir ülkede malzemeyi bulamıyor olmak ciddi bir problem. Çünkü firmaların çalışmaları yetersiz hatta bazen yersiz. Enerjilerini esasa dayalı malzeme üretmeye harcamak yerine sahte, ucuz, -mış gibi duran ürünler için harcıyorlar. Mesela “ahşap görünümlü seramik” diye bir şey var. Ahşap ve seramik aynı doku ve hisse sahip malzemeler değillerdir. Veya “ahşap görünümlü metaller”, ahşap yıllar geçtikçe yaşlanır ve bir doku ortaya çıkartır. Malzeme ‘mış’ gibi yapınca doğanın içinde durduğu gibi gözüktüğü düşünülüyor oysa tuhaf yapılar ortaya çıkıyor. Malzeme firmaları da buna çanak tutuyorlar. Oysa 15 sene geri gittiğimizde ‘dökme mozaik’ diye bir malzeme vardı. Beşiktaş’ta bulunan eski yapıların neredeyse hepsinde kullanılmış. O kadar basit bir malzemedir ki. Merdiven de döşeme de aynı dökme mozaiktendir. Yıllarca kaldığında bile neredeyse hiçbir sorun yaşatmayan bir malzeme. Bu malzeme ile ilgili bir araştırma yaptığımızda, karşımıza seramik halleri çıkıyor. 15 sene önce Türkiye’de üretilebilen bu malzemeyi bulabilir miyiz diye araştırdığımızda bulamıyoruz. Onun yerine daha ucuz taklitler, esasa uygun olmayan malzemelerde karşılaşıyoruz. Bir örnek daha vermek isterim. Eski yapılan çoğunda olan, köylerde kullanılan kaba sıva. Yerli firmalardan araştırdığımızda kaba sıva yapan bir firma bulamadık. Her türlüsü, taşa benzeyen, parlak, parlak olmayan veya her şeye benzeyen ama kendisi olmayan sıvalar var ama bizim bahsettiğimiz basit kaba sıva bulmak mümkün değil. En sonunda Alman bir markanın ürününü kullanmak zorunda kaldık. Sonra bize eleştiride bulunuyorlar; Türkiye’de yok mu ithal ediyorsunuz? 15 sene önce kullanılan çok basit bir malzemenin Türkiye üretimi yok, bulamıyoruz. Projelerin çoğunluğunda yurtdışı menşeili firmalardan malzeme tedarik edildiğini görüyoruz.

Malzeme firmaları enerjilerini biraz daha bizden olan, yerel olan malzemelerin yeniden üretimine harcamış olsalar ülkeye artı bir değer sağlanmış olur. Uygun fiyatlı ve sürdürülebilir, yerel malzemeler üretilmiş olur. 


Yorum yaz...

Teşekkür ederiz. Yorumunuz onaylandıktan sonra yayınlanacaktır.
Üzgünüm. Yorumunuz gönderilemedi. Lütfen tekrar deneyin.
  • (Yayınlanmayacak)