Mahalle Kentin DNA'sı...
DOME + PARTNERS
MURAT YILMAZ
Eğer sürdürülebilir bir çevre istiyorsak ilk yapmamız gereken üst ölçek planlamadan başlayarak bunu şehre yansıtmak, sürdürülebilir şehircilik ilkelerini mahalle ölçeğinde sağlamak. Mahalle şehrin DNA’sı her şey oradan başlıyor. Onu sağlıklı kurabilirsek büyüme şehrin faydası için çalışıyor olacak.
DOME + PARTNERS’ın kuruluş hikâyesini sizden dinleyebilir miyiz?
Mimar Sinan Üniversitesi’nde eğitimimin devam ettiği yıllardan itibaren, mesleğimle; ülkeme, şehirlere ve topluma faydalı olabilecek çalışmaları nasıl hayata geçiririm konusunu sorgulamaya başladım. Bu mesleği nasıl daha faydalı bir şekilde yapabilirim diye birçok fikir üretmeye çalıştım. İlk fark ettiğim konu dünyadaki mimarlıkla ülkemizdeki mimarlığın ve sistemin farkları oldu. bu farkındalıkla hem kendi mimarlık kültürümüzü hem de yurtdışındaki mimarlık kültürünü daha yakından tanımaya ve anlamaya çalıştım. Bu süreçten çıkardığım en önemli sonuç ise ülkemizdeki mimarlığın bireysel başarılar üzerine bir gelişim izlediği, oysa yurtdışında daha fazla orkestra- ekip çalışması şeklinde yapıldığı oldu.
1997 yılında piyasaya atılırken de kendime bir hedef koydum; uluslararası, çok ortaklı, yeşil binalar üreten bir proje firması olmak. Bundan sonraki süreçte hem Türkiye’de bu işi doğru yapmak ve var olmak hem de uluslararası sistemlerin tecrübesini anlamak için yaklaşık 15 yıl yabancılarla beraber ortak projeler gerçekleştirdik. Amacımız onların sistemini, kültürünü, tecrübesini anlamaktı. Sonuçta bu çalışmalar ile ciddi bir deneyim kazandık. Öğrendiğimiz üç önemli şey; temel varsayımın tümden gelim olması, partnerlikler kurulması ve bunların hepsine bir değer katılması oldu. Bu sistemi ve bu algıyı hem Türkiye’deki projelerimize hem de doğumuza aynı felsefeyle yansıtmaya çalıştık. Böylelikle 2006-2008 yıllarında yurtdışına açılmaya başladık. Ülkemizin doğusu derken bizim D3 diye tanımladığımız, Rusça konuşulan bölge, Arapça konuşulan bölge ve Afrika bölgelerini içeriyor. Kendi içimizde geliştirdiğimiz yaklaşık yirmi yıllık bu vizyon ile geldiğimiz noktada; Kazakistan Özbekistan, Gürcistan ve Azerbeycan’da partnerlerimiz var ve onlarla projeler üretiyoruz. Ortadoğu’da, Katar’da, Suudi Arabistan’da, İran’da, Irak’ta çalışmalarımız var. 2000’li yıllarda Afrika’da Libya, Cezayir, Fas’da da çalışmalarımız vardı ancak şuan o bölge politik sıkıntıya girdiği için biraz daha güneye indik. Gana, Nijerya, Fildişi’nde projeler ve partnerler üretmeye çalışıyoruz. Uzun vadede hedefimizde Rusya, Pakistan ve Hindistan yer alıyor.
Manzara Adalar
Dilini, kültürünü, coğrafyasını bilmediğiniz farklı ülkelerde partnerlikler gerçekleştirip projeler üretiyorsunuz zor olmuyor mu? Süreci nasıl yönetiyorsunuz?
Bu aslında bir meslek sırrı ama ben bunu herkese anlatıyorum. Türkler birçok şeyi öğrendiler ama birleşerek büyümeyi öğrenemediler, bölünerek büyüyoruz biz. Bizim temel sorunumuz bu. Ben yabancılarda partnerliğin ne olduğunu gördüm. Partner, uluslararası anlamda mülkiyet ortağı olmayan ganimet ortağı olan demek. Türkiye’de mülkiyet ortaklığı var ancak ganimet ortaklığı yok. Herkes Türklerin bu işbirliğine uygun olmadığını ve yapamayacaklarını düşünüyor. Ben de onlara şunu söylüyorum; Selçuklu’yu ve Osmanlı’yı kurmuş, dünyayı 500-600 yıl yönetmiş bir millet nasıl buna uygun olamaz. Bu tamamen vizyon, kişi, zamanlama ve inanç ile ilgili. Benim şansım yabancılarla yurtdışında iş yaparken onların iş geliştirme modellerini birebir içinde yaşayarak test etmek oldu.
Bence mesleki başarınız olsa da idari başarınız yoksa aslında bir yere gidemiyorsunuz. Yurtdışında iş yapacaksınız üç ayaklı bir limana ihtiyacınız var. Bunlardan ilki iş geliştirme (fishfinder), yurtdışına gittiğimizde ilk yaptığımız şey bir fishfinder bulmak veya geliştirmek oluyor. Bunun mimarlıkla ilgisi yok tamamen iş, bazen emlakçı, bazen inşaatçı, bazen ise mimar… Ama bunlarla daha iş yokken iş geliştirme anlaşmanızı yapmanız gerekiyor. İkinci, o ülkede mutlaka sizin kartınızı taşıyan, o ülkenin dilini konuşan birisinin olması gerekiyor. Ben o ülkeye gittiğimde genelde şunu soruyorum: Türkiye’de okumuş ve oralı bir mimar arıyorum. Kazakistan’a gidiyorsam Kazak ama Türkiye’de üniversite okumuş bir mimar var mı? Biliyorum ki o kişi olmadan benim orada çalışmam ve iş yapmam mümkün değil. Üçüncü kısmı ise lokal ortak, yani bizimle aynı işi yapan ortak. Bu kriterleri bir araya getirmek bazen 1 yıl bazen 3 yıl bazen 5 yılı alıyor, pazarın durumuna göre…
Nivo İstanbul
Şu anda yürüttüğünüz projelerin Türkiye ve Doğusu oranı nedir?
2016 yılı bizim için bir kırılmaydı. 2010’dan 2016’ya kadar projelerimizin oranı %50 Türkiye, %50 yurtdışı idi. Şu anda % 80 yurtdışı, %20 Türkiye, bu durumun normal olduğunu düşünüyorum çünkü Londra geçmiş 50 yılda ne yaşadıysa İstanbul da gelecek 50 yılda aynı şeyleri yaşayacak. Benim kendimce düşüncem bu yönde ve tüm ticari politikamı bu düşünce üzerine kurguladım. İngiltere’ye gittiğimde gördüğüm hep aynı şey… Büyük ofislerin birçoğu Londra’da iş yapmıyor hepsi yurtdışında iş yapıyor. Ama oradalar çünkü beyin ve üretim de orada... Bu beyni pazara satacak bir sisteme ihtiyaçları var açıkçası… Aslında bakarsanız bunların hiçbiri mimarlığın temeliyle ilgili konular değil ama bizim uluslararası boyutta mimarlık yapmamız gerekiyor. Ben ülkemde tek başına solist mimarlık yapabilirim, bu beni mesleki olarak tatmin edebilir ama vizyon anlamında etmiyor. O yüzden herkesin yurtdışında da iş yapması gerektiğini söylüyorum. Artık dünya tek bir ülke gibi bunu yapmadığımız zaman Amerika’daki biri gelir buradaki pastayı alıp gider. Şu anda yaşadığımız gibi.
Hepimizin bildiği gibi ülkemizde inşaat sektörü zor bir süreçten geçiyor. Bu süreci atlatmanın yolu sizce nedir?
Benim yaşadığım beşinci kriz bu ve 2001 yılında yaşanan krizde yurt dışına açıldık dolayısıyla günümüzde ülkemizde yaşanan bu süreçlerden çok fazla etkilenmiyoruz. Her alanda olduğu gibi ülkelerin gelişmesinde de sürekli bir yükseliş beklemek yanlış olur. Kış olacak, yaz olacak... Herşeye hazırlıklı olmak gerekiyor ve bunun tek yolu öngörebilmek. Bizim en büyük avantajımız kimse görmeden gördük ve hareket ettik. Ben tabii ki müneccim değilim Londra’ya bakıyorum orada ne oluyorsa bizim de başımıza geleceğini görüyor ve önlem alıyorum aslında bu kadar basit. Kim buna adapte olabilirse yaşayacak, kim olamazsa yaşayamayacak.
Son yıllarda sektörümüzde partnerlikler konusunda firmaların girişimleri olduğunu görüyoruz. Örneğin çalışanlarla partner olunması konusunda bir model doğdu. Biz bu konuda da ciddi bir evrim geçirdik. Ne yaptık derseniz; çalışanlarımızla %50-50 ortaklık üzerine bir sisteme geçtik. Şu anda DOME’nin üç proje partner ofisi var yurtiçinde… Bir de yurtdışı partnerlerimiz var. Bu sistemi yürütmek, çalıştırmak, yazılımını oluşturup şeffaflığı sağlamak mesleki başarı kadar önemli. O olmazsa orkestrayı yönetemeyiz. 2015 yılının başında biz 200 kişiydik, ben akıl ve fiziki sağlığımı kaybedecek aşamaya geldim. Önümde iki yol vardı, tekrar 20-30 kişilik butik bir ofise dönmek ya da bunu sistemleştirmek. Soru şuydu: Allah’ın İngilizinin 40 tane ofisi, 5000 kişi çalışanı var ve verimli, sağlıklı bir şekilde iş yapıyorlar. Biz neden yapamayalım. Ben bunu hazmedemedim, kabul edemedim ve bu nasıl işler nasıl yapılır öğrenmeye çalıştım.
SPK Genel Merkezi
Bu durum sizin mimarlık dışında yönetici boyutunda da çok başarılı olduğunuzu gösteriyor diyebilir miyiz?
Aslında ben mimarlık yapmak istiyorum. Ama o mimarlığı iyi yapmak o senfoniyi iyi çalmak ve yaşatabilmek için bunların hepsine ihtiyacım var. Tüm bunlardaki amacım hedefe ulaşabilmek Yoksa ne patron olmak istiyorum ne de bu kadar partner olmak istiyorum. Ama eğer istediğim bir senfoni ve bunu dünyaya da kabul ettirmek ise ben de bunları yapma gereksinimi duyarım. Bana mesleki olarak ne yapmak istiyorsun diye sorduklarında, uluslararası, çok ortaklı, yeşil binalar yapan bir proje ofisi olmak istiyorum diyorum.
Ülkemizde yaşanan Kentsel Dönüşüm sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Üniversiteye ilk başladığım yıl olan 2017 de bir kasaba olan Akçakoca’dan İstanbul’a geldim. O dönem kentleşmenin, şehirleşmenin algısını pek hissetmiyordum. Ama mesleki anlamda bunun içinde olmak ve büyük bir metropolün yirmi yılda nereden nereye geldiğini ve aslında nereye gidebileceğini, neyi kaçırdığını görünce, bundan sonrası için ne yapılabilir anlamında ciddi bir içsel enerji bulduğumu söyleyebilirim. Benim mimarlıkla ilgili düşüncem şöyle; iyi bir bina yaparsanız herkes sizden daha iyi bir bina yapmak için çabalar ve o güzel bir fayda oluşturarak etrafını iyileştirir. 90’lı yıllarda kendimiz için birçok iyi bina yaptık, kendimize faydası oldu ama şehre bir faydası olmadı. İstanbul’a baktığınız zaman herkes çok güzel binalar yaptı ama kente bir faydası değil zararı olduğunu gördük. Çünkü doğru bir şehir planı ve kent vizyonu yoksa neresinin yoğun, neresinin merkez, neresinin sosyal merkez olacağını bilmiyorsanız; sadece arsa sahibinin taleplerine göre şekilleniyorsa proje, bunun kente bir faydası olmuyor hatta zarar veriyor. Dolayısyla ülkeme, milletime ve mesleğime bir faydam olacaksa mimarlık kadar kentsel tasarım konusunu da öğrenmemiz gerektiğini hissettim.
Manzara Adalar
Eğer sürdürülebilir bir çevre istiyorsak ilk yapmamız gereken üst ölçek planlamadan başlayarak bunu şehre yansıtmak, yoksa üç tane ağaç koy, güneş paneli koy, sertifika al gibi hareketler evet bir çaba ama etkisi bir pazarlama aracı olmanın ötesine gidemiyor. Ama buna büyük ölçekte bakmak istiyorsak sürdürülebilir şehircilik ilkelerini mahalle ölçeğinde sağlamak gerektiğini gördük. Mahalle şehrin DNA’sı her şey oradan başlıyor. Onu sağlıklı kurabilirsek büyüme şehrin faydası için çalışıyor olacak.
Şehirciliğin ilk ilkesi yürünebilirlik. İkinci ilkesi şehirdeki sosyal donatı alanları... Örneğin Kayaşehir ve Ataşehir’i yaptık. Ataşehir şehrin merkezinde ama duvarlarla çevrili sitelerle dolu. Bir yere basınç oluşturursanız o basınca direnç gelişir ve patlar. Site duvarları da aynı şekilde… Ne merkezi var ne yürünebilir bir yeri var. Şehrin dışında ise Kayaşehir’i yaptık. Hepsi toplu konut, ticaret yok, donatı yok, varsa bile doğru yerde değiller, yürünebilir değil. Demek ki biz bu işi bilmiyoruz. Bu sorunların temelinde yasalarımızın yetersizliğinin olduğunu düşünüyorum. Bizim en büyük yasamız olan mülkiyet ve şehircilik yasalarımız aslında bizim sürdürülebilir şehir yapmamıza imkân vermiyor. Çünkü mülkiyet kavramı ve tapu kanunları kurallardan dolayı sürdürülebilir plan yapmamızı engelliyor. Öncelikle bu kavramlardan başlamak gerekiyor. Mülkiyet yerine, yoğunluk hakkı şeklinde bu işleri yönetmek gerekiyor. İnsanlar nerede çalışıyor, nerede yaşıyor bunu çözemezseniz istediğiniz kadar altyapı ve ulaşım yapın hiçbir şeyi çözemezsiniz. Ama bunu sağlıklı yaptığınız zaman yani bir yaşam yeri üretirken onun iş yerini de üretirseniz zaten ister istemez ulaşımın yarısını çözmüş oluyorsunuz. Ben kanunlarımızla ilgili gri noktaları çözersek ve mahalle ölçeğinde bir planla başlayabilirsek, arkasından şehir ölçeği gibi yukarıdan gelebilirsek sürdürülebilir şehirciliği başarabileceğimize inanıyorum.
Orient Head Office, Tashkent
Ben rakamlara yansımayan bir şeye inanmıyorum. Bir sonuç varsa onun rakama yansıması gerekiyor. Sosyal sonuç mutlaka gelir ama önce rakamsal olarak anlatması lâzım. Eğer normal bir şehir öngörürsek; su, ulaşım ve elektriğe ihtiyaç duyuyoruz. Bu üç şeyi bu yere vermemiz lâzım ki burası yaşasın. Sürdürülebilir şehir yaparsan su ve elektrik miktarı en az %50 azalıyor. Bu inanılmaz bir altyapı hazırlığı gerektirir.
Malzeme konusuna değinirsek, Türkiye’deki malzeme sektörünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Günümüzden 10-20 yıl önce bu konuda bir duyarlılık ya da sertifikalandırma sistemleri bu kadar gündemde değildi. Bir malzeme seçtiğimiz zaman o malzemenin nereden geldiğini, nasıl üretildiğini, işçi haklarını v.b detayları bilmiyorduk. Ama malzemelerin sertifikalanma süreci başladığından beri firmaların bu konuda bilinçlenmeleri ve ciddi yatırım yapmaları benim beklentimin üzerinde oldu. Bu belki ticari bir kaygıydı ama doğru bir kaygıydı. Şu anda duvarından seramiğine, parkesine, camına, doğramasına kadar oluşturduğumuz tüm sistemlerde bu sertifikalara rastlıyoruz. Aslında fiyatta bir değişiklik yok sadece biri daha bilinçli kendini ispatlama yoluna gidiyor, diğeri ise kendini daha tanımlamamış. Özellikle son 5 yıldır çok büyük bir değişim var. Şimdi hangi malzemeci firma bir sunum yapsa ilk başladığı şey sürdürülebilirlik ile ilgili yaklaşımları ve bu bizi mutlu ediyor. Biz de bu çabayı gösteren firmaları daha çok tercih ve tavsiye ediyoruz. Ben bu konuda çok hızlı olduğumuzu düşünüyorum. Şu an yapmamız gereken yerel sertifika sistemini oluşturmak ve yerel malzeme sertifikasyon sistemlerini şeffaf güvenli şekilde çalıştırmak. Bunun için ÇEDBİK (Çevre Dostu Yeşil Binalar Derneği)nin çabalarına inanıyorum.
Son olarak söylemek istediğim şey, pozitif olmak ve vizyon sahibi olmak, inanmak sabretmek.
Akfa Tashent Theme Park