Mimarlık; kültür, demokrasi ve yaşam”
AYDAN VOLKAN
KREATİF MİMARLIK
AKG GAZBETON Sponsorluğunda
Fotoğraf : Can Görkem Halıcıoğlu
SAĞDUYULU BİR MİMAR; İYİ MİMARLIK ÜRÜNÜ TASARLAMAK İÇİN YOLA ÇIKAR VE SÜRDÜRÜLEBİLİR TASARIM OLMASI BU ÜRÜNÜN DOĞAL SONUCUDUR. SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK KAVRAMINI SALT MİMARLIK ÜZERİNDEN DÜŞÜNMÜYORUM; SÜRDÜRÜLEBİLİR BİR HAYAT, SÜRDÜRÜLEBİLİR BİR KÜLTÜR, SÜRDÜRÜLEBİLİR BİR DEMOKRASİ...
“İyi bir mimar her yapısını yeşil yapmaya çalışır” demiştiniz bir röportajınızda. Sizce mimarlığın sürdürülebilir ve ekolojik boyutu nedir, nasıl olmalıdır?
Orada bir şeyi yanlış söylemişim aslında, iyi bir mimari ürün zaten yeşil yapı sertifikasyonunun kriterlerini kapsar, yani “yapmaya çalışır” değil “yapar” demeliydim.. Bir önceki röportajımda söylediğimi sayenizde düzeltmiş olayım, belki de bu cümle sürdürülebilir bir cümle olarak devam etmiş olur.
Mimarın sürdürülebilir bir yapı tasarlayayım diye yola çıktığını zannetmiyorum. Sağduyulu bir mimar; iyi bir mimarlık ürünü tasarlamak için yola çıkar ve bu ürünün doğal sonucudur sürdürülebilir tasarım olması. Ben sürdürülebilirlik kavramını salt mimarlık üzerinden düşünmüyorum; yani sürdürülebilir bir hayat, sürdürülebilir bir kültür, sürdürülebilir bir demokrasi... Bunların hepsi ile insana yakışır bir yaşam olur. Mimarlık ise bu nitelikli yaşamın görsel yansımasıdır.
Geçenlerde bir röportajda şunu sordular bana; “Türkiye mimarlığı neden bir kırılma noktasında değil, dünyada Türk mimarlarına neden küresel literatürde rastlamıyoruz?” bu görüşe çok katılmıyorum, artık daha görünür ve bilinir durumdayız ; ama inanmadığım bu yaklaşımı doğru bile kabul ediyor olsak, sürdürülebilir ekonomisi, kültürü, üretimi, insan hakları, siyaseti ile birlikte bir ülkenin bütününün içinde mimarlığı değerlendirmeliyiz. Mimarlığı bunlardan ayırt ederek bir bakış açısı oluşturulmasının da Türkiye’deki mimarlık üretiminde olan mimarlara haksızlık olacağını düşünüyorum; çünkü biz toplumun bir yansımasıyız, diğer bütün her şeyi bir kenara atıp mimarlığı tek başına salt bir obje, sanat eseri gibi görmek bence mümkün değil. Bu çerçevede baktığım zaman sürdürülebilirliğin içinde mimarlığı, tek başına bir obje olarak değil de mimarlığın sürdürülebilir yaşam içinde yer aldığını düşünenlerdenim.
Bir ülkenin kültüründe, demokrasisinde eksiklikler varken o ülkede sürdürülebilir bir mimariden bahsetmenin tek başına çok yeterli olmayacağını düşünüyorum.
Peki ülkemizde yapılan çalışmalarda ki özellikle kent mimarisinden bahsettiğimizde, bu kavramların özümsendiğini, doğru algılandığını ve uygulandığını düşünüyor musunuz?
Mimarlık camiası olarak sıkıntılı bir durumdayız, sizin derginize de başka dergilere de baktığımda daha parsel, bölge bazlı tekil mimarlık ürünlerinden bahsediyoruz. Tekil mimarlık ürünleri kendi içinde önemli ve olmazsa olmazlarımızdan ama iyi bir kent planlamasından konuşamadığımız zaman ciddi sıkıntılar yaşıyoruz; hâlbuki kenti planlarken; içinde yaşayanlar, yerel yöneticiler, mimarlar, kent planlamacıları, kent sosyologları, hepsinin bir araya gelip konuşması gerekirken, biz sanıyorum 20. yy sonunun ve 21. yy başlarının getirdiği salt görünürlük meselesinden konuşuyoruz.
Bu yüzden de mimari ürünlere tekil olarak bakmak daha kolayımıza geliyor. Kente baktığımız zaman çok büyük bir organizasyondan bahsediyoruz ve orada tek başına mimarın, kent tasarımcısının, siyasetçinin söyleyebileceği bir şey yok ve olamaz. Plansız bir durumda her yeni güne başladığımızda başka bir değişim ve planlama şekli görüyoruz. Bu tabi sürdürülebilir kent, sürdürülebilir yaşam kavramlarının çok tersine giden bir süreç. Sürdürülebilir yaşam ve kentten bahsederken biraz bunun aksini yapar durumdayız, bu yüzden sıkıntılı görüyorum kendi adıma.
AKG gazbeton’un düzenlediği ‘Tasarımın Binbir Yüzü’ etkinliğinde yaptığınız konuşmanızda “mimarlık değil imar yapıyoruz, kentlerdeki sıkıntı bu” demiştiniz. Bunu biraz açabilir misiniz?
Evet, son yıllarda yaptığımız şey gerçekten öyle. Mimarlık dediğim zaman ben tekil bir mimari ürünü değil, o mimari ürünün olacağı mahalleyi, bölgeyi, o süreç içinde her şeyi bir bütün olarak konuşabilmeyi ve tartışabilmeyi tercih ederim. Bu yüzden imar ediyoruz diyorum; çünkü önümüzde bir parsel büyüklüğü ve o parselin birtakım imar koşulları ve o imar koşulları içinde en nitellikli ürünü yapmaya mimarlar olarak gayret ediyoruz. Bütün meslektaşlarımı ve bu konuyu dert edenleri çok zorlayan bir durum.
Yeşil bina sertifikaları; tasarımcısından yatırımcısına, kentte, ülkede, bütün insanlarda farkındalığı artırsın da biz yeşil bina sertifikası almak zorunda kalmayalım.
Piri Reis Üniversitesi projeniz BREEAM Very Good Sertifikası aldı. Sizce binalar sertifikalı mı olmalı, bu süreç Türkiye’de doğru mu ilerliyor?
Sertifikaların sadece Türkiye’de değil dünyada da başladığı günden beri bilinirliği arttı hatta moda durumuna da geldi. Hiçbir şekilde yeşil bina sertifikalarını yadsımıyorum ama şunu diyorum; tasarımcısından yatırımcısına, kentte, ülkede, bütün insanlarda farkındalığı artırsın da biz yeşil bina sertifikası almak zorunda kalmayalım. Şu anda öyle bir toplum bilinci olmadığı için sertifikalar gündemde. Sevgili danışmanlarım bana kızmasın ama bir gün onlara ihtiyacımızın kalmadığı bilinçli bir dünya olmasını hayal ediyorum. Türkiye ölçekli bakıldığında genelde sertifikalar işveren talebi ile gerçekleşiyor. İki kapsam var aslında; birincisi ticari olanlar, ofis ve konut kapsamında sertifikasyon süreci, bir de benim kamusal yapılar dediğim hastane, okul gibi yapılar kapsamında sertifikasyon süreci. Kamusal yapı projelerimizde rant kaygısı olmadığı için sertifikasyon anlamında daha nitelikli çalışmalar yapıyoruz. Piri Reis Üniversitesi projemiz de böyle bir süreç; işverenimiz sonuçta bir eğitim kurumu, ofis ya da konut yatırımlarındaki gibi rant üzerinden bir sertifika okuması yok, bilinçli olarak tercih ediyorlar. Piri Reis Üniversitesi, hem yapı ölçeğinde hem de içindeki kullanıcılarına sürdürülebilir yaşamı empoze etsin diye sertifikasyon sürecine talip oldular. Piri Reis Üniversitesi’nde okuyanlara düzenli olarak bilgiler sunuluyor ve böylece okuldan mezun olduktan sonra edinecekleri sürdürülebilir yaşam kültürünü ömürleri boyunca devam ettirebilmeleri için yaşadıkları yapı kompleksinin farkında olmalarını sağlıyorlar.
İzmir’deki konuşmanızda “Mimarın da bir oyuncu gibi yapacağı binanın içinde yaşayacaklara göre rolüne hazırlanması gerekir” demiştiniz. Siz Piri Reis Üniversitesi’nin tasarım sürecine nasıl hazırlandınız?
Piri Reis Üniversitesi bir denizcilik Üniversitesi, fonksiyonları çok farklı, bu yüzden biz de bir sinema ya da tiyatro oyuncusunun rollüne hazırlandığı gibi böyle bir kampüsü tasarlamadan önce rolümüze hazırlandık. Piri Reis Üniversitesi dünyada 23. denizcilik üniversitesi ve diğer 22 okuldan 6-7 tanesini görme şansımız oldu. Amerika ve İngiltere’de üç okul, Japonya ve Çin’de de birer okulu ziyaret ettik. Okullardaki eğitimciler ve konunun uzmanları denizcilik ile ilgili anlatılarak anlamakta zorlanacağımız özellikli laboratuvarları, eğitim havuzu ve benzeri fonksiyonları bizlere yerinde seminerler vererek açıkladılar. Bu özellikli mekanların bazılarının Türkiye’deki örnekleri eski teknolojiler ile yapılmış olduğundan, hem emsal hem de danışman bulmakta zorlandık. Bu yüzden biz de yurt dışından danışmanlık servisi aldık. Role hazırlandığımız süreç Türkiye gibi her şeyin hızlı değil acele üretilmesi gereken ülkeler için uzun bir süreçti, 2006-2009 arası 3 yıl boyunca biz bu role hazırlandık.
Bu sayımızda hastane ve sağlık binalarını işliyoruz, hastane yapılarında mimari yaklaşımlarınızdan ve hastane projelerinizden bahsedebilir misiniz?
Şu anda güncel olarak masamızda olanlar; Koç Üniversitesi Medikal Kampüsü, ki içinde hastanesi, araştırma merkezi, hemşire meslek yüksek okulu var. 270 bin metrekarelik bir kampus tasarladık, bunun birinci fazı bitti. İkinci projemiz ise bizim için çok anlamlı olan LÖSEV’in Ankara’daki hastane, okul ve konaklama tesisi. Hastane tasarımı 2006’dan beri çalıştığımız bir fonksiyon. Medikal planlama ve medikal planlamanın arkasında getirdiği disiplinler çok bağlayıcı, bunları çok iyi bilmek ve deneyimlemek zorundasınız. Hastane teknik işletmesi ile ilgili tanımlar var; ama idari işletme modeli genel bir tanımı yok. Örnekleyecek olursam; Koç Üniversitesi Hastanesi programı ile LÖSEV’in hastanesinin programına baktığımız zaman kimi yerlerde temel benzerlikler göstermekle birlikte, işletim olarak bakış olarak çok farklılıklar var. Sürdürülebilir yapı kavramı içinde hastaneler yüzde yüz düşünülmesi gereken yapılar. İki projemizde de herhangi bir sertifika almadık; ama sürdürülebilir yapı ile ilgili gerekli olan hem mimari hem mühendislikle ilgili bütün bilgileri projelere aktardık, uygulama sırasında da birebir uygulandılar.
Hastanecilik , ilginç bir konu, zor bir çalışma ve multidisipliner çalışmak zorundasınız. Medikal planlama ve medikal planlamanın arkasında getirdiği disiplinler çok bağlayıcı, bunları çok iyi bilmek ve deneyimlemek zorundasınız.
Günümüzde artık doğal malzemeler de çağdaş teknolojilerle üretilebiliyor ve bunlara ulaşmak mümkün. Bunların piyasa kabulü konusunda ve Türkiye’deki durumu ile ilgili görüşlerinizi alabilir miyiz?
Sürdürülebilir mimarlık sadece malzeme ile olmuyor, bu önemli bir parçası ama inşa etme teknikleri ile başlamak gerekiyor. Türkiye’de sadece malzeme sıkıntısı yaşamıyoruz, sürdürülebilir malzeme bulmakta zorlandığımız gibi sürdürülebilir bir yapı inşa etme tekniğinde yapacak, o bilince sahip müteahhit firma bulmakta da zorlanıyoruz. Onlar içinde durum zor; çünkü Türkiye gibi değişken ekonomilerin olduğu ülkelerde her şeyi hızlı üretmek zorundasınız, yarın ile ilgili bir endişeniz varsa her şeyin hızlı olması gerekiyor ama sürdürülebilir mimaride her şeyin düzgün yapılması gerekiyor ki doğaya zarar vermesin. Bir arkadaşım ‘en yeşil mimarlık ürünü hiç yapılmamış olandır’ der, bu durumda olamadığımıza göre, inşa ederken bu hassasiyetleri göstermek için de zaman tanımak ve zamanı doğru kullanmak lazım. Malzeme kısmına gelince malzemenin kendisinin sertifikaya yardımcı olması yetmiyor, malzemenin üretim şekli ve üretildiği yer de çok önemli. Fabrikasının insan sağlığına uygun olması, atıklarının toplanıyor olması.. gibi gibi. Bu konuyla ilgili Türkiye’de yaklaşık üç dört yıldır önemli gelişmeler oldu, ondan önce çok sıkıntı çekiyorduk.
2002 yılında bir hastane projesi tasarlamıştık ve o zaman bulabildiğimiz kadar kauçuk ya da benzeri doğal malzemeleri kullanmaya başladık, ki o yıllar da Türkiye’de yeşil bina sertifikalarından, sürdürülebilirlikten çok bahsedilmiyordu. Her geçen yıl çok daha iyiye gidiyoruz ama bu tek başına üreticilerin ya da mimarların isteğiyle olmuyor, bu konuda devletin desteği de çok önemli. Malzeme üreticisine ve yeşil bina üreten yatırımcıya devletin bildiğimiz teşviklerinin dışında, ekstra teşvikleri veriliyor olması lazım, ancak böyle sürdürülebilir yapı üretimini cazip duruma getirebiliriz. Öteki türlü yatırımcı bu konuda gönüllü değilse onları ikna etmek çok zor, ikna olmadıkları zaman da onları suçlayacak durumda değiliz. q