Tasarladığınız Yapının Ömrü Bir İnsan Ömründen Fazla
Düşünsenize bir yapı tasarlıyorsunuz ve o yapının yakın çevresiyle olan teması, yapısal ömrü ortalama bir insan ömründen fazla. Mimarları heykeltıraşların konfor zonunun dışında tutan kocaman bir sorumluluk alanı. Ve bu sorumluluk bizim coğrafyamızda şunu çok net tarif ediyor; tasarımın ortaya koyacağı ve dolaylı olarak tetikleyeceği eylemler bütünü sürdürülebilir olmalı.
İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nden lisans ve endüstriyel tasarım alanında yüksek lisans derecesiyle mezun olan Atıl Beçin, profesyonel kariyerine 1999 yılında İstanbul’da başlamış çeşitli ofislerde, farklı ölçeklerde projeler üzerinde 15 yıl çalıştıktan sonra kendi ofisi olan BCN Design Studio’yu kurmuştur. Mimari yapı tasarımına kendisiyle ortak hayalleri olan profesyonellerle devam eden Beçin, 2020 yılında mimari, iç mekân ve ürün tasarımına yönelik çözümler yaratmak amacıyla Londra merkezli UNAS’ı kurmuştur. İnsana hizmet eden iyi mimari için mottosuyla üreten Atıl Beçin ile keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
Atıl Bey öncelikle sizi daha yakından tanımak isteriz. Mimarlık kariyerine nasıl başladınız? Bu sürecin gelişimi ve Türkiye’den İngiltere’ye uzanan hikayeniz hakkında bilgi alabilir miyiz?
Mevcut eğitim sistemiyle dört yıllık mimarlık lisans sürecinin, asgari meslek pratiği donanımını elde edebilmek için yeterli olamayacağı fikrini destekleyen biri olarak, üniversite son sınıftan itibaren, kariyerime bu açığı kapatabilecek formasyona sahip atölyelerden biriyle başlamak istiyordum. O yüzdendir ki mimarlığa dair hikaye min NSMH’de - tasarım kültürüne öncelik veren, çıraklık eğitiminin devam ettiği bir ortamda - başlaması benim için anlamlı. Yapı tasarı mının insan ilişkilerinden, süreç yönetiminden, coğrafyadan ve egodan bağımsız, salt bir meslek olarak yapılamayacağını bu dönemde idrak ettim diyebilirim.
Tasarım sürecinde ölçekle kurduğunuz ilişki bence ortaya çıkan projenin kendi içerisindeki yapısal ve görsel tutarlılığı açısından çok belirleyici. Öğrencilik yıllarımda mekân/yapı eskizleri ve maketlerde, strüktür ve kabuğa ait detaylar/çözümler nasıl yapılır sorusunun cevapları beni projenin daha da içine çeker, yapıya daha çok bir ürün gibi yaklaşmama neden olurdu. Dolayısıyla henüz yeni yeni ilerlemeye başladığım mimarlık kariyerime o dönemde yaptığım endüstri ürünleri tasarımı yüksek lisansının da mimari üretim süreci açısından, kayda değer bir katkısı olduğunu söyleyebilirim. Zira ilerleyen yıllarda bu tecrübe bize fuar standı tasarımı kapısını aralayarak, standart mimari yapı süreçlerinde test etme imkânı bulamadığımız üretim, montaj-demontaj senaryoları, malzeme performansları ve saçak, strüktür, insan ölçeği üçgeni gibi konu başlıklarını irdeleme imkânı yarattı. Bu vesileyle elde ettiğim dolaylı gerçek model-maket tecrübesini daha büyük ölçekli yapısal/mekânsal projelerimiz açısından çok kıymetli buluyorum.
BCN Design Studio’yu kurana kadar geçen sürede, çoğu meslektaşımın sektörde kendisini içerisinde bulduğu sınır tanımayanteslim mesaileri, mesleki tecrübeyle olgunlaşan insan yönetimi meselesi ve ilave edilebilecek daha onlarca kalem zaten sektördeki herkesin ortak hafızası. Söz konusu kariyer olunca bence bu süreçte en çok üzerine konuşulması gereken konulardan biri de kendi ofisini kurma kararı. İngiltere’de geçirdiğim son 3 yıl bu düşüncemi daha da netleştirdi ki, sektörde sayısız irili ufaklı yeni mimari tasarım ofisi kurulmasındansa, tasarıma gönül vermiş ve bu konuda ileriye doğru adım alabilen her tasarımcı için, ürettiği ve üretirken büyüttüğü o çatının yasal bir parçası/ortağı olabildiği senaryolar kurmak gerekiyor. Zira süreklilik hem tasarım kültürü hem de tecrübe havuzunu kullanabilmek adına çok kıymetli. Katma değer olarak topluma, kamu yararına hizmet eden yapı tasarımlarını daha çok önemsiyorum. Bu nedenle BCN Design Studio çatısı altında tasarlanan Türkan Saylan Kültür Merkezi ve Ulusal Mimarlık Ödülleri kapsamında 2018 yılında en iyi proje ödülünü alan Turgutreis Yaşam Merkezi projelerinin benim için anlamı daha fazla. Ayrıca bu iki proje doğduğum, büyüdüğüm topraklara olan vefa borcumu ödemek için de bir vesile olduğu için bendeki izleri daha da kuvvetlidir. Hiç kuşku yok ki Anadolu şehirlerinde, bu tip yapıların toplumun içerisinde yaşadığı kentle olan bağını kuvvetlendirmek, kamusal alan kullanım pratiklerini geliştirmek ve tasarım kültürü oluşturmak açısından etkisi çok kuvvetli. Gelişmekte olan ülke coğrafyasında yaşayan her mimarın bu konuya daha fazla enerjisini ayırması gerek. Londra’daki ofis (UNAS) üç yıl önce kuruldu. Henüz bence çok yeni, ilk izlenimim buradaki meslek pratiği ile Türkiye arasında uçurum olduğu. Röportaja başlarken bahsettiğim meslek pratiği donanımına bağlayayım konuyu; bu kaygıyı, kamu yararı adın zaten RIBA size bırakmaksızın ortadan kaldıracak bir model üzerinden çözüyor. Akademik eğitimden sonra mesleği icra ettiğiniz her yıl ve proje tecrübenize göre sizi yetkilendiriyor. Tasarımcının yatırımcı ve yüklenicinin olası tacizine karşı kültürel olarak korunduğu bir ortam da var ki bu bence başlı başına başka bir röportaj konusu.
MİMARİ TASARIM SÜRECİNİ, KAYNAK TÜKETEREK ÜRETİLEN VE VAR OLDUKÇA TÜKETMEYE DEVAM EDEN MEKÂN/YAPI GERÇEKLİĞİNE YAKIN YÜRÜTEN HER MİMAR İÇİN ASLINDA SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK BİR NUMARALI VERİ.
Tasarım süreçlerinizde ilham kaynaklarınız nelerdir? Proje tasarım süreciniz hakkında bilgi alabilir miyiz?
Ben tasarım sürecini ilham perileri ile ilişkilendirecek kadar şairane bulmuyorum. Ama tasarım sürecinde çıkış noktalarınız nedir diye sorarsanız, yapıyı kullanacak insan(lar) ve yapıyla kurduğu ilişki/eylemler bütünü diyebilirim. Bu konulara kafa yormaya başlayınca arazi, coğrafya v.b çevresel faktörlerle de hikâyeyi eşleştirmeye başladığınızda işin rengi belli olmaya başlıyor. Tabii arka planda tasarımı size ait kılan söylemleriniz/iddianız süreç içerisinde bilinçli bir filtre olarak sıkça devrede. İnsan-eylem ve yapı ilişkisinin tasarıma etkisini Datça’nın dağ köyünde bir çift için eskizlediğimiz konut projesi üzerinden açmaya çalışayım. İstanbul’dan kaçabildikleri zamanlarda, arazilerinden topladıkları sebze meyveleri kurutmak ve turşu yapmak için kullanacakları atölye/barınak çıkış noktamızdı. Doğal olarak en fazla kullanılan mekân mutfaksa yapının kendisi temelde bu hacmin maksimize edilerek yan fonksiyonlara izin verecek şekilde kurgulanmasından ibaret olsa derdimizi çözebilir miyiz? Üzerine daha da düşünmeye başladığınızda mutfakta çalışırken aslında dağ manzarasından en büyük payı nasıl alırsınız sorusu geliyor. Belli periyotlarda kullanmayı planladığınız bu yapıyı daha hızlı ısıtıp soğutabilmek adına, ikincil alanları (misafir odası) yapının dışına çıkaramaz mıyız? İnsan-eylem ikilisi tasarımın ilham kaynağı oluyor.
Sürdürülebilirlik, her alanda olduğu gibi mimarlıkta giderek önem kazanan bir konu haline geliyor. Siz sürdürülebilir tasarım ilkelerini nasıl uyguluyorsunuz ve bu konudaki görüşleriniz nelerdir?
Mimari tasarım sürecini, kaynak tüketerek üretilen ve var oldukça tüketmeye devam eden mekân/yapı gerçekliğine yakın yürüten her mimar için aslında sürdürülebilirlik bir numaralı veri. Düşünsenize bir yapı tasarlıyorsunuz ve o yapının yakın çevresiyle olan teması, yapısal ömrü ortalama bir insan ömründen fazla. Mimarları heykeltıraşların konfor zonunun dışında tutan kocaman bir sorumluluk alanı. Ve bu sorumluluk bizim coğrafyamızda (limitli ekonomik imkânlarla) şunu çok net tarif ediyor; tasarımın ortaya koyacağı ve dolaylı olarak tetikleyeceği eylemler bütünü (yapım aşamasında ve kullanım ömrü süresince) Size bu ilkeleri nasıl uyguladığımıza dairTurgutreis projesi üzerinden üç somut örnek verebilirim; proje arsasının önündeki parselde yer alan ve inşaat sırasında yıkılması planlanan mevcut zabıta yapısının izdüşümünü (yıkım sonrası zeminde bodrum kat seviyesinde oluşacak boşluğu) tasarım aşamasında yeni yapının bodrum kat izine dahil ederek hem öngörülen kazı miktarını azaltmayı hedefledik, hem de programdaki ilgili toprak altı mekânlarını buraya transfer ederek proje arsasında daha az bodrum kat ürettik (yağmur suyu toprak emilim alanını arttırdık). Kat otoparkı kısmında ise yapının hem ilk yatırım maliyetini hem de ileride tüketeceği enerji ile işletme maliyetini artıracak, ilaveten araç egzoz havalandırması ve aydınlatma gereksinimini azaltacak, strüktürel ve kabuk tasarım kararları uyguladık. Yapı tabliyesini ara katlar yaratacak şekilde iki ayrı bölgeye ayırıp, otopark içerisindeki havanın ve aydınlığın doğal yöntemlerle hareket etmesini sağlayıp, boşluklu dikey çubuk cephe elemanlarıyla da bu hareketi kuvvetlendirdik. Teras katında son kat tabliyesi yerine, fotovoltaik panellerle oluşturduğumuz bir kanopi tasarlayarak projedeki beton miktarını azaltırken, alt katlardan yükselerek gelen sıcak havayı da dış ortama kendiliğinden bırakmış olduk. Güneş enerjisinin pil maliyetini azalmak adına ise gün içerisinde bodrum kat aydınlatma armatürlerinin tamamının öncelikli olarak direkt fotovoltaik panellerden beslenmesini sağlayan bir pratik uyguladık. Özetle henüz proje aşamasındaki basit tasarım yaklaşımları, elde edinilen kazanımları elli yıl ile çarptığınızda oraya çıkan tablo sizi çok etkileyebiliyor.Ayrıca sürdürülebilirlik için yıkıp yeniden yapmak yerine var olanı korumak, dönüştürmek konusunda da kültürel bir değişime ihtiyaç var. Bu hem kent hafızası-süreklilik hem de verimlilik açısından göz ardı edemeyeceğimiz bir durum.
Teknolojik gelişmelerin mimarlık mesleğine yansıması nasıl olacak? Özellikle son dönemde çok gündemde olan ‘Yapay Zekâ’ uygulamalarını mesleki anlamda nasıl değerlendiriyorsunuz?
İşveren, üretici ve biz tasarımcılar açısından farklı etkilerinin olacağı aşikâr. Bir tasarım aracı (tool) olarak yapay zekâ kullanımı özellikle dekorasyon ölçeğinde bir hayli yol almış durumda. Yapı malzemesi üreticilerinin mockup maliyetlerini minimize edebileceği sanal model üretim ve test imkânlarının da hızla geliştiğini biliyoruz. Biz tasarımcılar açısından durum ise bir hayli karışık gibi, ben kısa vadede işveren ile yapay zekanın (tasarımcısız) mimari bir platformda baş başa kalmasının henüz erken olacağını düşünüyorum.
BİZ TASARIMCILAR AÇISINDAN DURUM İSE BIR HAYLI KARIŞIK GİBİ, BEN KISA VADEDE İŞVEREN ILE YAPAY ZEKANIN (TASARIMCISIZ) MİMARİ BİR PLATFORMDA BAŞ BAŞA KALMASININ HENÜZ ERKEN OLACAĞINI DÜŞÜNÜYORUM.
Bir mimari proje inşa edildiği yerde kalıcı bir etki yaratıyor ve sadece bina içinde yaşayanları değil o yerde yaşayanları da yakından etkiliyor. Dolayısıyla mimar ve tasarımcıların sorumluluğu oldukça fazla. Bu konudaki düşüncelerinizi öğrenmek isteriz.
Altına imzamı atarım söylediklerinizin, heykeltıraşlarla aramızdaki temel fark aslında tam da bu sanki. Mevzu yapısal/ mekânsal olunca sorumluluk ve etki çarpanı büyüyor. Yapı, kabuğunun ardındaki mekânlar ve sunduğu fonksiyonlar kadar her gün önünden/içinden geçerken gördüğüm, hissettiğim, önünde buluştuğum ya da gölgesinde beklediğim, her gün maruz kaldığım bir kent bileşeni. Dolayısıyla bulunduğu yere ait olmasını beklemek en insancıl olan. Çocukluğumda sıkça vakit geçirdiğimiz eğlence park alanın tam yanında mimarsız düğün salonlarından birinin yarım kalmış inşaatı, bu konudaki düşüncelerimi açmak için güzel bir örnek olacaktır. Günden güne çimentosunun eriyip gittiği, zamanla harabeye dönüşen, park alanında oynayan çocukların yıllarca enerjisini çalan bir garabet. Ve 30 sene sonra yerine yapılacak yeni bir yapı belki de son şans. Türkan Saylan Kültür Merkezi projemizin arazisinden bahsediyorum. Parkla mahalle arasında ince uzun bir ara kesit ve yaklaşık 20mt kot farkı. Tepede yer alan parkın manzarasının önünde 25 bin m2 mimari program. Projeye ait uygulamayı başardığımız üç karar, ortaya çıkan tasarımın bulunduğu bölge ve sakinleriyle olan ilişkisini kuvvetlendirmeyi başardı diye düşünüyorum. Mimari senaryoyu tekrar ele aldık ve ortak kullanım alanlarını çoğaltarak yerel yönetimi daha kompakt bir programa ikna etmeyi başardık, program 10 bin m2 küçüldü. Ana salonun çatısını üst yol kotunda bir meydan olarak planladık ve parkın kent ile olan görsel bağını bir gabari ile deforme etmedik. İnce uzun arazi içerisinde meydanlarla parçaladığımız kütlelerin arasından üst ve alt sokağı birbirine bağlayan kamusal geçişler oluşturduk. Etrafından dolaşılan değil içinde geçilen bir kamu yapısı (ki aslında zaten halkın vergileriyle yapılan bir projenin içine çeken çağıran olması beklenir) önerdik. Sonuçta yapıyı bulunduğu alana ait kılmaya gayret ettik. Yapının yakın çevresine olan ilişkisini kuvvetlendirmek aslında sadece mimarın inisiyatifine bırakılamayacak kadar kıymetli. Bu konuda yerel otoritenin yaklaşımı ve tarif ettiği oto kontrol sistemleri belirleyici olabiliyor. Melbourne’da tasarladığımız bir konut kompleksinde bizden proje onay sürecinde istenen gölge simülasyonları, yağmur suyunun direkt toprağa ulaşabildiği peyzaj, komşu araziye bakan pencere yerleşimleri, yapılaşırken doğa ve yakın çevreyi ne denli dönüştürmekte olduğumuzu hatırlattı bize.
Malzeme mimarinin önemli girdilerinden, sizin için malzeme nedir, malzeme seçim süreçleriniz nasıl işliyor? Kullanmaktan en çok keyif aldığınız malzemeler hangileri?
Malzeme benim için aklımın bir köşesinde hep eğerek bükerek, delerek manipüle etmeye çalıştığım, performansıyla tasarıma değer/kimlik katabilen bir yapı bileşeni. Zaman içerisinde farklı tonlara dönebilen patineli çinko, bakır ve ahşaba karşı özel bir ilgim var diyebilirim. Bu malzemelerin tekrar tekrar kullanılabilme yeteneği de bu ilgimi daha da artırıyor. Turgutreis projemizi konsept aşamasında tamamen dikey ahşap latalarla tasarlamıştık. Ancak bu coğrafyadaki tecrübe eksikliğinin yarattığı dirence ve baskıya biz de dayanamadık. Belki daha küçük ölçekli bir projede bu mücadeleyi kazanmak mümkün olabilirdi. Malzemenin işlenme, kesilip farklı ebat ve geometrilerde ilk kez kullanılabilmesi yapıya farklı yorumlar katabiliyor. Türkan Saylan projemizde standart dikdörtgen cephe seramiğini fire vermeksizin açılı olarak iki parçaya ayırarak yaptığımız kabuk tasarımı olağan monoton düzeni bir anda karakteristik bir çözüme kavuşturdu. Kendi içerisinde 3.boyutu olan cephe panellerinin yapıya kontrollü bir ritim kattığını düşünüyorum. Maslak’ta sıra dışı bir garaj projesinin dış zarfında çinko sinüs oluklu levhalar kullanmıştık, sonuç tahminimden de fazla keyif vericiydi. Özetle mimari tasarımda hareket alanı en fazla olan başlık bu olabilir.
Mimarlık alanındaki gelişmelerin toplum üzerinde yarattığı etkileri nasıl değerlendiriyorsunuz? Mimarların toplumsal sorumlulukları hakkındaki görüşlerinizi alabilir miyiz?
Sevabıyla günahıyla sorumluluktan kaçış yok gibi. Zira gelişmeler yıkmak ve yeniden yapmak üzerine hızla sivriliyor. Dolayısıyla toplum üzerinde mimarinin yaratacağı olası etkileri bir iki adım önceden görebilmemizi sağlayacak analitik bakış açısına ve etik mücadeleye olan inancımızı korumamız gerek. Özellikle ortaya çıkacak ürünü tarif etmeye çalışan işveren ve bunu üretecek yükleniciye karşı edilgen olmamızın beklendiği durumlarda ikna edici olamıyorsak oyunun dışına çıkmayı göze almalıyız diye düşünüyorum. Aksi durumda bir teknik ofise dönüşmemiz an meselesi. Yapmak yerine dönüştürmek meselesi ise yönetimsel bir strateji olmalı. Bize ilk başta kat otoparkı programıyla gelen Turgutreis projemizde, yapının hem kent girişindeki lokasyonu nedeniyle hem de kamu yatırımı olarak yakın çevresi üzerinden yaratabileceği potansiyel katma değeri göz önüne alarak, mimari programın değiştirilmesini talep etmiştik. Tabii ki bunu kuru kuruya değil de, otopark senaryosunu, önerdiğimiz yeni programın çekirdeğinde tutarak mix use bir projenin de üretilebileceğini eskizleyerek. Açıkçası bu noktada elimizi taşın altına sokmamış olsak şu anda kent ölçeğinde elde edilmiş toplumsal kazanımlar yerine salt bir kat otoparkının önünden geçip gidiyor olabilirdik. Basit bir mücadelenin bile bu kadar fark yaratabildiği bir ortamda, yaptığımız kadar yapmadıklarımız da bizi topluma karşı sorumlu tutuyor.
MODÜLERİTENİN SÜRDÜRÜLEBİLİR YAPI VE YAPI TASARIMIN GELİŞİMİ KONUSUNDA POTANSIYELİ BİR HAYLİ YÜKSEK GÖRÜNÜYOR. ÇEMBERİN DIŞINDA KENDİ BAŞINA KOMPAKT BİR KURGU İLE VAR OLMA İDDİASI, SON ÜRÜNÜN TÜKETİM VE İŞLETME SENARYOLARINI EKOLOJİK BAKIŞ AÇISIYLA ELE ALMASINI GEREKTİRİYOR.
Özellikle son dönem projeleriniz ve tasarımlarınız nelerdir? Bu konu hakkında kısaca bilgi verebilir misiniz?
Son zamanlarda bir süredir aklımda olan modüler ev tasarımı üzerine enerji harcıyorum. Pandemi nedeniyle ara vermek zorunda kaldığımız Avusturalya’daki konut projeleri için yaptığım ziyaretlerde ilgimi çeken bir konu oldu bu. Geniş ülke topraklarında inşaat faaliyetlerinin gerçekleştirilmesindeki güçlükler nedeniyle özellikle konutların kapalı atölye ortamında taşınabilir hacimlere parçalanarak tasarlanması ve üretilmesi beni çok etkiledi. Yakın bir arkadaşımla bu senaryoyu biz kendi imkânlarımızla birkaç tasarım üzerinden kurgulasak neler yapabiliriz görmek istedik ve konuyu biraz daha derinlemesine ele almaya başladık. Senaryo şimdilik kent dışında hafta sonu evi formatında kullanılabilecek, mümkün olduğunca kendi imkânlarıyla ihtiyaçlarını çözebilen bir tasarımı, kontrolü bir alanda modüller halinde (sanayi ortamında ve imkânlarıyla) üretip, uzaklara taşıyıp montajını gerçekleştirmek. Bu yaklaşımı son zamanların trend tiny houseları ile karıştırmamak gerek, zira bu çaba ölçekten bağımsız olarak tasarımın parçalanarak taşınabileceği ön bilgisiyle yapılması. Buradan elde edilebilecek pratiklerin pandemi ve deprem gibi hayat düzenimizi ve barınma anlayışımızı kökten değiştirebilen felaketler için de farklı bakış açıları yaratması mümkün. Modüleritenin sürdürülebilir yapı ve yapı tasarımın gelişimi konusunda potansiyeli bir hayli yüksek görünüyor. Zira çemberin dışında kendi başına kompakt bir kurgu ile var olma iddiası, son ürünün tüketim ve işletme senaryolarını ekolojik bakış açısıyla ele almasını gerektiriyor. Devam eden T evi projemiz var, toplamda 250m2 kapalı alana sahip bir konutun ana mekânlarını ve bunları birbirine bağlayan sirkülasyon hacmini bağımsız üç yapı gibi ele aldığımız bir tasarım anlayışı ile yola çıktık. Projenin geldiği nokta işveren dahil hepimizi heyecanlandırıyor. 2024 sonunda yapı ayağa kalkıp kullanılmaya başlandığında tasarım pratiklerimizin sağlamasını yapmayı bekliyoruz.