Koronavirüs Konut Anlayışını Nasıl Değiştirecek
İnsanlık yaşamımız boyunca tanık olmadığımız yepyeni bir zorlukla karşı karşıya. Kendi kendimizi karantinaya alarak süresi belirli olmayan bir izolasyon sürecinin içerisindeyiz. Bu süreç, sonuçları öngörülemeyen sosyal bir deney gibi. Ancak denklemin bir sabiti varsa o da mimari diyebiliriz.
Dünya nüfusunun yarısından fazlası şehirlerde veya yoğun nüfuslu bölgelerde yaşıyor, milyarlarca insan şu anda tuğla, beton ve çelikle birbiriyle bağlantısı kesilmiş küçük alanlarda kalıyor. 1950'lerin ve 60'ların sosyal konut deneyi, kapitalizm tarafından yönlendirilen ve kendi işimize bakmamızı söyleyen temel bir sosyal yapı tarafından belirlenen yeni bir mimari tipoloji yarattı. İlerleyen zamanlarda bu izolasyon fikri bir statü sembolüne dönüştü; özel asansörlerle çıkılan özel çatı katı daireleri bugün statü sembolü olarak şehirlerin sokaklarında yükseliyor.
Global pandemi ortaya çıkmadan çok önce, bu iki boyutlu, dikey yaşam tarzı üzerine epeyce kafa yormuştum. Aslına bakarsanız bu izolasyon durumu halihazırda hayatlarımızın bir parçasıydı. İster bir apartmanda tek odalı bir dairede yaşayalım, ister East River’a bakan bir kulede dubleks bir çatı katında yaşayalım, dikey yaşam tarzı bizleri katılımcı olmaktan ziyade gözlemci, röntgenci olmaya itmişti. Bu nedenle gençliğimi geçirdiğim sokakları özlüyorum; annemin ve arkadaşlarının balkonlarda ıslık çalarak birbirlerine seslenmeleri, çocukları eve çağıran sesler, tam bir senfoni. Mahalleleri bireysellikten kolektiviteye taşıyan pek çok unsur hayatımızdan çıkıp gitti. Bizlerin tasarım amacı, yıllarca devam eden kentsel planlama nedeniyle yitip giden ilişkilere alan yaratacak ve toplulukları yeniden bir araya getirecek bir mimariyi kullanmak olmalı.
Virüsün hayatımızın kalitesi üzerindeki hâlâ sürerken, gelecekte toplum üzerinde ne gibi etkiler yaratacağı da soru işareti olmaya devam ediyor. Virüs, kolektif hafızamızda nasıl bir iz bırakacak ve bu iz bizleri nasıl dönüştürecek?
Mimarinin insan davranışlarını şekillendirme gücü olduğuna inanıyorum. Normal şartlar altında belirsiz ya da kesin olmayan durumlar genelde ekstrem koşullar altında netlik kazanır. Örneğin, gerçek dostluğun zor zamanlarda belli olduğunu söyleriz; ya da, iyi bir lider sıkıntılı zamanlarda anlaşılır deriz. Acil durumlar doğaları gereği hayat tarzımız, sosyal yapımız ve etkileşimlerimizle ilgili akut sorunları su yüzüne çıkarır. 9/11 döneminde bu sorun daha ciddi bir güvenlik ihtiyacı olarak karşımıza çıkmıştı. 2020 senesinde COVID-19 dalgası geri çekildikçe, bunun topluluklar arası daha yakın bir ilişki kurma ihtiyacı olarak karşımıza çıkacağını düşünüyorum.
Nüfus yoğunluğunu düşman olarak görmemiz gerekmiyor- iyi tasarlanmış bir toplum yaşantısı bu sorunu çözebilir. Balkonları, avluları ve ortak kullanılan çamaşır asma alanlarıyla Avrupa köyleri doğaları gereği samimi yaşam alanları oluşturuyor. Mimarinin, modern bir biçimde olsa bile, toplum yaşantısını aynı biçimde canlandırma gücüne sahip olduğunu biliyorum. Bir milyon metrekareye yayılmış ve 4000 sakini aynı çatı altında toplayan ufak bir şehir bile kendini keyifli ve neşeli bir mahalle gibi hissedebilir.
Hepimizin paylaştığı bu salgından ne sonuç çıkarmalıyız? Günümüzün en büyük endişelerinden biri akut yalnızlık ve depresyon. Esneklik üzerine düşünürken, sosyal esnekliği de düşünmemiz gerekiyor. New York’ta yaşayan bir mimar olarak, her zaman yeşil alanlara, iç ve dış mekâna ve doğayla bağlantı içinde olmaya çok değer verdim. Işığı, havanın kalitesini dikkate almamız lazım. Ayrıca, dışarı çıkıp, sesleri ve kokuları alıp, içeriye yeni bir perspektifle dönebilmemiz lazım. Ancak bu tip deneyimler için balkondan çok daha fazlası gerekiyor. İnsanların kendilerini evde güvende hissetmeleri gerektiği gibi komşularını görebilecekleri ortak alanlara da ihtiyaçları var. Bu tip olanaklara genelde çılgınlık gibi bakılsa da biz onları yeni sosyal doku olarak görüyoruz. Yeşil duvarlar ve avlular süs olsun diye orada değil, onlar, beyninizden insan olarak sahip olduğunuz içgüdülerinize doğru giden birer bağlantı.
Koronavirüsün neden olduğu durum hâlâ devam ederken, bazı konular da netlik kazanmaya başladı. Nüfusu giderek artan kentlerimizde mahremiyetimizden ödün vermeden, dış mekânlarla bağlantımızın olduğu, komşularımızı tanıdığımız ve güneşi yüzümüzde hissedebildiğimiz evlere ihtiyacımız var. Akıllı tasarımın gelecekteki anlamı bu olacak. Bütün ihtiyaçlarımızı, insan haklarımızı ve içgüdülerimizi karşılayan, kolektif bütüne ve dolayısıyla kolektif iyiliğe hitap eden tasarım anlayışı geleceğe damga vuracak.
KAYNAK
www.archdaily.com sitesinde yayınlanan, Eran Chen tarafından yazılan makaleden çevrilmiştir.