Malzemeyi ‘Doğal Haliyle, Kendi gibi’ Kullanmayı Seviyorum
Bünyamin Derman
DBA Mimarlık
Baumit Sponsorluğunda
Fotoğraf : Can Görkem Halıcıoğlu
Ekolojiyi hep bina bazında konuşuyoruz, kentsel anlamda bu konuları sorgulamıyoruz. Asıl önemli olan kentlerin bir mastar plan dahilinde ekolojik tasarlanması, sonrasında yapının master plandaki konumu, binaların bir araya gelişi, gölgelendirme v.s. konular geliyor. Yaşanılabilir kentlerin sokağı sokak, meydanı meydan olmalı, insanlar orada huzur bulmalı...
Çevre duyarlı yapı malzemeleri ve Türkiye’deki durumu ile ilgili düşüncelerinizi alabilir miyiz? Projelerinizde malzeme seçimi yaparken bu kriter ne kadar etkili oluyor?
Yapı yaparken malzemeler önemli, çevre dostu yapı malzemesi dediğiniz zaman; doğayla var olan ve yok olduğu zaman doğaya karışan bir malzeme olarak algılıyorum ben. Dolayısıyla yapay olan -plastik gibi- dönüşümü zor olan malzemeleri mümkün olduğunca kullanmamaya çalışıyorum. Ancak bu sadece mimarın elinde olan bir konu değil. Benim tercihlerim, modern mimarların bu güne kadar kullandığı cam, tuğla, taş ve betondan yana... Malzemeyi doğal haliyle, kendi gibi kullanmayı, her zaman dönüşümün bir parçası gibi düşünmeyi tercih ediyorum.
Malzeme nasıl kullandığınızla biçimleniyor. Malzemeye biçimini veren mimari; onu nasıl kullandığınızla, ışığı nasıl yansıttığıyla biçimleniyor. Günümüzde, takip ettiğim kadarıyla bizde dahil bir çok mimar bu konuya özen gösteriyor.
Bence yaşlanan malzeme güzeldir.... Bir yapıya baktığınız zaman bina, malzeme yaşlanıyorsa bence güzeldir. Mesela bakır, ilk önce yavaş yavaş yeşile dönüyor sonra kararıyor, onun bir yaşlanması var. Kullanılan malzeme hem dönüşmeli hem de yaşlanmalı, bunun yapıya bir kimlik kazandırdığını düşünüyorum. Eski yapıları incelediğiniz zaman da bu durumu görebilirsiniz.
Dikkat ederseniz yeni ürünlerde bile bu yaşlanma önemli; bakırı, ahşabı, taşı yaşlandırarak, eskiterek kullanmak hep doğal malzemelerde mümkün olabiliyor. Yapay bir malzeme kullandığınız zaman bunu elde etme şansınız düşük. Eskimediği için de tercihimi hiçbir zaman yapay malzemelerden yana kullanmıyorum.
Malzeme ilk çağlardan beri; mimarsız mimarlık dediğimiz dönemlerden beri kullanılıyor. Önemli olan yer döşemesinden tavana kadar doğal malzeme kullanmak.
Örneğin cephede ahşap, cam, plastik kullanabiliriz. Cephe bizim özellikle çok tartıştığımız bir konu... Hangi malzemeyi kullanmalıyız diye? Ben alüminyumu tercih ediyorum, ama ucuz olduğu için. PVC önerileri de geldiği zaman şunu söylüyorum, sen hangisini tercih edersin; çünkü biri bozuluyor değiştirmek zorunda kalıyorsun, diğerinin ise hem dönüşümü kolay hem de yaptığınız iş daha uzun vadeli oluyor. Yaptığımız her yapının kalıcı olduğunu söylemek çok iddialı olur tabi; ama belli bir süre yapının eskimemesi sadece biraz yaşlanması lazım.
Burada da tasarımın dili önemli, siz hangi standartta, hangi dilde, hangi ekolde proje yapıyorsunuz. Veya ekolsüz yapıyorsunuz diyelim, o zaman malzemenin kullanımı da bir o kadar önemli bence. Dikkat ederseniz büyüklükleri, biçimi, bir araya gelişleri başlı başına bir sorun. Aynı malzemeyi 10 mimara versen hepsi farklı şekillerde kullanır. Taş ama nasıl kullandığın önemli. Sizin daha önceki sayınızda Can Çinici’nin söylediği çok önemli bir cümle vardı “malzeme tarafsızdır, zamanda, kullanımda anlamlanır.” Gerçekten tarafsız ve onun nasıl kullanıldığı önemli.
Peki sizin kullanmaktan en çok keyif aldığınız ana yapı malzemesi hangisi ve neden?
Ben daha çok brüt beton seviyorum, rahat biçim verebildiğimiz için... Cam kullanacaksam şeffaf olmalı, -ben geçirgenliği çok seven bir insanım-, dolayısıyla bunun nasıl kullanıldığı da önemli. Duvar etkisinde bir cam mı, geçirgen bir cam mı yoksa üç boyutlu bir cam mı kullanıyorsunuz? Onun kesitini çalışmak önemli bir konu, cam doğal bir malzeme zaten özü itibariyle. Betonun da doğaya yakıştığını düşünüyorum ben, bunu nasıl kullandığınız da önemli tabi. Ekolojik olarak tercih edilmeyen bir malzeme, incelediğimizde kimyasallarıyla beraber negatif dursa da bence doğaya uyuyor.
Tuğla, bu gün doğaya en iyi uyum sağlayan malzemelerden bir tanesi. Bizim nerede hangi coğrafyada nasıl bir bina yapacağımız ile ilgili bir konu aslında malzeme kullanımı. Siz ahşabı her yerde kullandığınız zaman iyi sonuçlar alamayabilirsiniz; çünkü yıpranabilir bir malzeme, ne kadar yıpranıyor ve bakım gerektiriyor bunlar önemli. Çok sıcak bir iklimde ahşap kullanılır mı? Evet iyi kullanılır ama ahşabın bozulmaması için gerekli önlemlerin alınması lazım. Bence malzeme projenin bulunduğu yer ile örtüşmeli, taş ile örtüşen bir coğrafyada ahşap ta kullanılabilir, böylece projeye zenginlik katabiliriz. Ahşapla taşın, camla ahşabın, ahşapla betonun arasındaki uyumun tasarıma zenginlik kattığını düşünüyorum.
Mimarlığın özünde malzeme çok önemli; fakat bir o kadar önemli olan malzemenin tasarımla ne kadar iyi örtüştüğüdür. Çok iyi, çok doğal malzemeleri kullanabilirsiniz ama tasarımla örtüşmediği zaman o yapı, o malzeme orada hakkaniyetle durmaz. Tuğlayı öyle kullanırsınız ki; bir müzede şahane olur, bazen de alelade durabilir. Bu yapıyı ve malzemeyi nasıl kullandığınızla ilgili, direkt tasarım bence. Tuğlanın büyüklüğü, kullanım oranı, bir araya geliş şekli... Önde, arkada, yerde, boşluklu oluşu, dokusu, ışığın kullanımı, malzemenin ışıkla olan ilişkisi bambaşka etkiler verebilir.
Bugün camı insanlar niye çok tercih ediyor? Transparan olması ve her türlü iklimsel görüntüyü yansıtması nedeniyle. Malzemelerin eskimesi ve yansıması bence çok önemli. Karanlık bir zamanda camın yansımasıyla yağmurlu bir zamanda veya çok parlak bir zamanda yansıması çok farklı sahneler oluşturabiliyor. O değişkenlik ya da o geçirgenlik çok etkileyici sonuçlar doğurabiliyor. Taş içinde bu geçerli, taşın önde - arkada olması, dizilişindeki dokusal dokunuşlar, malzemenin yapısal özellikleri yapıdaki ışığın değişkenliğini etkisini değiştirir ve bu mimarlık için iyi bir şeydir, bence derinlik verir, bu yüzden buna dikkat etmek lazım.
Evrensellik bir bütündür. Günümüzde Çin’de yapılan bir tasarım internet ortamında elimin altında, keza aynı şekilde Türkiye’de yapılan bir yapı da Japonya’dan takip edilebilir. Ama dikkat edin orijinal yapılar hep kendi yerine ait yapılardır. Yıllar önce Antep’te katıldığımız bir yarışmada anladım avlunun ne demek olduğunu...Taş kullanılmış, hepsi aynı boyutta, bu bir kültür, yapıda kullandığı malzeme kendi kültüründen, bu bütünlük çok önemli... Demek istediğim şu; malzeme olması gerektiği gibi kullanılmış. Coğrafya ve yerin ayrışacağını zannetmiyorum. Sıva boyanın kullanılması bir kültür meselesi. Tarihi ve yerleşkeyi iyi bilmek bir gereklilik.
Bizim en önemli sorunumuzun yeni malzemeler üretemediğimiz olduğunu düşünüyorum. Çünkü laboratuvarlarımız yeterli değil, böyle bir talep yok, böyle bir eğitim almadık ve böyle bir bütçeye sahip değiliz.
Bizden çok özel bir bina talep eden ekip yok; konut, ofis, alışveriş merkezi, bir de otel talepleri var ama bunların hiç biri özel binalar değil, özellikten kastım şu; bir kongre merkezi, tiyatro binası, müze, arşiv, stadyum. Ama ciddi anlamda. Tabi bütçeniz varsa o zaman gerçekleşiyor bu tip binalar. Diyelim ki 20 tane stadyum yapılıyor hiç birinin orijinal bir özelliği yok, çünkü tamamen yatırımcı ve yönlendirici kaynaklı. Türk mimarları bunu üretmez mi? çok iyi üreten arkadaşlarımız da var. Taşı, ahşabı, camı çok iyi kullanan arkadaşlarımız var, ama maalesef kentsel tasarım olmadığı için bize gelen şehir içindeki parsel bazındaki projeler yoğunluklar nedeniyle bizi sınırlıyor. Biz elimizden geldiği kadar bunu yapıyoruz ama dediğim gibi bazı tasarımlarda maalesef maliyetler nedeniyle tercihlerimizi değiştirmek zorunda kalabiliyoruz.
Ülkemizde özellikle son yıllarda LEED ve BREEAM gibi yeşil bina sertifikasına sahip projelerin sayısı artıyor. Bu sistemleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Çevre dostu bir bina üretebilmek için sertifika sistemleri yeterli mi?
Bence bu konular master plan aşamasında konuşulmaya başlanmalı. Doğru bir kent planladık mı? Kentteki yollar, mesafeler, akslar, şehir kurgusu, şehrin genel master planındaki ekolojisi, yol genişlikleri, ağaçları, kıyıyla kurduğu ilişkiler, rüzgarın gelişi nasıl... Hepsinin ilk baştan tasarlanması gerektiğini düşünüyorum.
Mevzular hep bina bazında tartışılıyor, kentsel anlamda bu konuları sorgulamıyoruz. İstanbul coğrafyasında bir yapı yapıyorsak İstanbul’un İzmir de yapıyorsak izmir’in genel sokaklarının rüzgarla kurduğu ilişki, o rüzgarın yapıya nasıl değdiği önemli. Kenti iyi analiz etmek lazım. Kent koridorları, iklimsel koridorlar veya ekolojik koridorlar açılmalı, burada suyla, yeşille, rüzgarla, ormanla, denizle yapıların, kentin ilişkisi kurulmalı, ondan sonra yapıya gelinmeli.
Sadece yaptık, bu malzemeleri kullandık, gri suyu geri kazandıkla olmuyor, bunlar zaten yapılması gereken şeyler. Asıl önemli olan yapının master planındaki konumu, binaların bir araya gelişi, gölgelendirmesi v.s. konular. Yaşanılabilir kentlerin sokağı sokak, meydanı meydan olmalı, insanlar orada huzur bulmalı, daha sonra binada gerekenler yapılmalı ama biz tersini yapıyoruz.
21.yy’ın en önemli sorunu küresel ısınma, iklim değişiklikleri, hepimiz yaşıyoruz; bir yağmur yağıyor kentler göl oluyor. Dolayısıyla kentlerin master planlarındaki ekoloji ve sürdürülebilirlik çok daha önemli.Bugün Antep’e, Mardin’e, Karadeniz’e baktığınız zaman tamamen coğrafyayla, zeminle, rüzgarla, manzarayla kurduğu ilişki hepsi bir bütün. Biz bunlardan büyük dersler çıkarmalıyız diye düşünüyorum; zaten mimarinin %40’ı tasarımda doğal verileri kullanmak bundan sonrası elektromekanik olarak gidiyor.
Gri suyun ayrılması, özellikle aydınlatmayla ilgili enerji tasarruflu ürünlerin kullanılması, LED armatürlerin tercihi, geri dönüşüm, özürlülerle ilgili standart uygulamalar , otoparkların bulunması vs. bunların ikincil olduğunu düşünüyorum. Bence %40’ı kentsel tasarım eğer bu doğruysa sizin yaptığınız tasarım ne olursa olsun bunu sağlamış olacaksınız.
Paranın bu kadar önemsendiği bir toplumda ekolojiyi konuşmak bana biraz abes geliyor.
İki üç tane sertifikanın sorunları çözeceğine de inanmıyorum açıkcası. Biz binamızı yaparken herşeye dikkat ettik diyelim...Yapımız kendi içinde dönüşümü olan, az enerji harcayan, kullanıcısı için tasarruf sağlayan bir düzeye geliyor; ama gerçek anlamda baktığınız zaman hala bütün aletler çalışıyor, enerji harcanıyor, hala herkesin altında araba... İnşallah bu konuştuklarımız olur, bunlar olmazsa durumumuz kötü diye düşünüyorum.
Berlin’de 1990 yılında başlayan master plan ile çatı suları toplandı. Sadece sisteme gri su olarak dönmedi aynı zamanda çevresindeki göletlerde de kullanıldı. Biz diyelim ki gri suları topladık, basacak yerin yok, kullanacak yerin yok, ne yapacaksınız, niye topladınız...
Bu tip sistemleri mimarlık eğitiminde akademik olarak bize öğrettiler, bugün bu işleri yapan kuruluşlar var, hakikaten bu eğitimi almış arkadaşlar var. Bizi de yer yer davet ediyorlar bu eğitimi vermek için; ama bu eğitim kağıt üzerinde. Baktığımızda yine hava kirliliği, yine enerji kayıpları... taşlar yerine doğru oturmuyor diye düşünüyorum ben.
Sertifika sistemlerine inanan birçok insan var elbette kimisi ne olur ne olmaz alalım bulunsun diyor, sertifika olsun diye alıyor. Ama benim anlatmaya çalıştığım tamamen bir master planla kurgulanacak kentsel dönüşüm. Özellikle son yıllarda büyük büyük laflar konuşuluyor. Bugün ekoloji sadece yaptığımız binalarla sınırlı kalıyor gibi geliyor bana, üstü açık düşünme mantalitemiz yok bizim.
Günümüzün önemli konularından birisi de enerji, binalarda enerji verimliliği yalıtım ile ilişkilendiriliyor. Bu konudaki düşünceniz nedir?
Yalıtım yapının çeperle kurduğu ilişkidir, içeride ne kadar ısı konforu sağlanıyorsa o kadar iyidir. Düne kadar yapıların %80’ninde ısı yalıtımı yoktu. Şimdi herkes mantolama diyor, en azından herkes fark etti belirli bir harcama ve boşa giden bir enerjinin olduğunu. Ne olursa olsun yapının konfor şartını, ekonomisini sağlamak zorundasınız. Yıllarca yalıtım yapılmadan yapılar üretildi. Beton, sıva, boya bitti...Ne oldu bütün enerjimiz heba oldu.
Gayet tabi ısı yalıtımı, çatı yalıtımı, zemin yalıtımı, ses yalıtımı önemli... Komşular arasındaki ilişki, duvarlar kaynaklı gürültü sorunları çözülmesi gereken konular. Dışarıda bu kadar gürültü varken hem ofis hem de konutlar için ses yalıtımının şart olduğunu düşünüyorum.
Dürüst davranmak gerekirse yapı üretimi esnasında çevreye zarar veren bir sektörün içindeyiz... İnşaat sektörü... Kara kara düşündüğüm zamanlar oluyor, başımı yastığa koyduğumda yapılan birçok şey bana masum gelmiyor. İyi mimarlar olabiliriz, güzel projeler yapmış olabiliriz ancak Dünya’nın durumuna baktığımızda, inşaat faaliyetlerini sorguladığımızda rahatsız olabiliyoruz.
Çevre konusunda verilen briflerde söylenen inşaat sektörünün birçok çevresel olumsuz etkiye sebep olduğu yönünde... Bu noktada bizlere ve malzeme üreticilerine önemli görevler düşüyor.
Ürünlerin AR-GE’leri iyi yapılmalı. Mimarlar dönüp dolaşıp maliyetler ile yüzyüze gelebiliyor, bazen elimiz kolumuz bağlanıyor. Bazı durumlarda insiyatif kullanabilirken, bazen tercihlerimiz dışında davranmak zorunda kalabiliyoruz.
Binadan önce kentlerin bir master plan dahilinde ekolojik olarak tasarlanması gerektiğinin altını önemle çiziyorsunuz? Önümüzde bir kentsel dönüşüm süreci var, bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu süreçte siyasilere büyük görevler düşüyor, birçok kenti siyasiler ve alınan radikal kararlar biçimlendirmiştir. Bu bizim ülkemiz içinde, Paris içinde, Berlin içinde geçerlidir. Ama bir kentin kimler tarafından yapıldığı ve hangi zamanla ne kaybedildiğini zaman gösterecektir. Bizim çok büyük kayıplarımız olacağını düşünüyorum özellikle ekoloji açısından. İstanbul hakkında çok rahat konuşabilirim, 10 yıl sonra bizler yağmuru ve karı göremeyeceğiz diye düşünüyorum. 20 yıldır kent ve mimarlıkla ilgili kafa yoran bir insan olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki; aslında çok basit bir kurgusu var, bunu da herkes biliyor fakat kimse yapmıyor, çok garip bir toplumuz.
Bu konuda kenti kent yapan yatırımcının da aynı hassasiyeti gösterebilmesi gerekiyor, bu olmadığında, ben istediğimi yaparım türünde yaklaşımlar sonucunda kentlerin genel karakteri bozuluyor. Kentler çirkinleşiyor...
Ekolojiyi koruduğunuz zaman zaten kentin bir çok sorunu çözülür. Bu yapı yapılmasın demek değil. Bugün havalimanı yapılıyor ve eser yapıyoruz diyorlar. Daha önce havalimanı yaptım orada sadece bina yok, inişi çıkışı vs. oranın ekolojisini nasıl mahvedeceğini biliyorum, hatta ben diyeyim ki yaptığım alan ne kadarsa bir o kadar alanı daha sesten gürültüden etkilenecek. Ne kadar gerekliydi? 3.havalimanı yapılıyor, ben buna niye itiraz edeyim ki bir mimar olarak; ama itiraz ediyorum, neden itiraz ediyorum çünkü üst ölçekli bir makuliyet planı yapılmadığı, düşünülmüş bir mevzu olmadığı için itiraz ediyorum. Bir kenti bu kadar rahat harcayamayız.
Kenti kent yapan bazı unsurlar var ki biz bunları yok saymışız, herkes parsel bazında o erki kendi elinde tutuyor, dolayısıyla ben her şeyi yapabilirim diyor ve kent, kent olmaktan çıkıyor, sorun da orda zaten. Herkes en iyisini en büyüğünü yapayım diyor ama bu sefer kent diye bir şey kalmıyor.
Bazen bir ağaç için insanlar eylem yapıyor, o bir ağaç bile çok önemli. Ne düşünürseniz düşünün bugün en prestijli caddelerimiz ağaçlı olan caddelerimizdir. Sadece İstiklal Caddesi hariç o da tarihi binalardan dolayı prestijli. Çok da doğaldır böyle olması çünkü tarihi bir dokusu var. Bağdat Caddesi’nin ağaçlarını kaldırın hiçbir özelliği yok ya da Dolmabahçe yolunu, Çırağan yolunu düşünürseniz, kimlik kazandıran ağaçlardır.
Ekoloji, sürdürülebilirlik bunların hepsi önemli ve en önemli malzeme de ağaç çünkü yapıyı da soğutan en önemli eleman, siz yapınızın önüne 30 tane 10-20 metrelik ağaç dikseniz rüzgarı doğru kullanırsınız. Bizim yeşili kullanmamız sadece malzeme kullanmak değil. Biz mimar olarak ilk yarışmalara girdiğimiz zaman ekoloji dendiğinde zeminden gelen enerji, rüzgar enerjisi, suyla nasıl ilişki kuruluyor, rüzgar nereden geliyor, bu yapının nerelerine giriyor, nereden açılıyor ben size bunu şema olarak çizebilirim; yani bunların hepsini bilmek zorundayız.
Bu nokta artık kentsel ekolojiden bahsetmek gerekiyor. Bugün Dubai’de yapıyorlar, kendi enerji sistemlerini kurup, kendi enerjilerini üretiyorlar. Ben oraya kadar gitmiyorum sadece doğal koridorların suyla, rüzgarla kurduğu ilişki, kuzey ormanlarıyla denizin buluşması, rüzgarla, açık alanla buluşmasını söylüyorum. Bugün boğazın serin olması ilginç değil, Kandilli’ye gidin Ağustosta da serindir, bu kadar basit.
Yüzlerce ağaç dikmiş olabilirsin ama doğru yere dikmelisin. Lütfen bana Kadıköy’den Kartal’a kadar bir açık alan gösterin. Yok ki Allah’ın derelerini bile koruyamamışız...
Seçeceğiniz bir ana yapı malzemesi ile ütopik bir proje hayal etseniz bu proje nerede ve nasıl olurdu?
Daha doğal bir coğrafyada daha doğal malzemelerle, mümkünse mimarlığı olmayan bir yapı yapmak isterim. Kapsülün ucunda bir tasarım yapardım. O zaman fiber bir malzeme kullanırım. Benim hislerim diğer insanlarınkinden çok farklı değil. İnsanlara nerede yaşamak isterdiniz diye sorulduğunda %80’i benzer yerler söylüyor. Benim hayalimde benzer aslında ütopik bir durum yok, bazı insanlar için bazı şeyler fobi, bazı şeylerse tutku...
Yerin altı benim için ideal bir mekan olabilir. Yerin altında bir ev yapmak isterim mesela, ya da çok yüksekte bir binanın tepesinde... Bunlar zaten bir mimarın arzu edebileceği gerilimli yerler. Tasarımın yeri önemli bence birinde tanrıya en yakın yerdesin diğerinde ise yerin dibindesin... o zaman tasarım başlıyor, malzeme orada başlıyor, güzel olan bir gerilimi var.
Mesela Ihlara Vadi’sinde bir evinizin olduğunu düşünün, şeffaf mı? ahşap mı ? taştan mı istersiniz?
Ihlara Vadi’sinde o coğrafyada bir şey yapıyorsun, bundan sonra size ait olmaya sizinle ilişki kurmaya başlıyor yapı. Benim de orada bir takım düşüncelerim vardır; ama her malzemeden de orada güzel yapılar yapılabilir. Yer bence çok önemli, güzel yapılara dikkat edin arkasında fon olan yapılar ve kentlerdir. Fonda daha çok yeşil olur. Yeşil olmazsa da çölde oluyor. Yemyeşil bir yere tuğla kullandığın zaman kötü çıkmıyor ama tuğlayı gidip çöle koy bakalım ne oluyor. Aynı İngiltere’yi Dubai’ye götür ne kadar keyif alırsınız? Ütopik dediğiniz proje yerle ilgili aslında öyle bir bina yaparsınız ki gerilimde, kanalın bir parçası olur veya havalimanın bir çıkışında...