Mehmet Şenol'a sorduk...
Mehmet Şenol: "Ekolojik mimarlık özünde mimarlığın bir alt dalı değildir. Bence mimarlığın özü ve kendisidir. Yapılarımızı üzerinde yaşadığımız şu gezegene inşaa ettiğimiz sürece de mimarlığı topoğrafyadan, ekolojiden ayrı düşünemeyiz."
‘Sürdürülebilir Mimarlık’ eğitimi ülkemizdeki ilgili fakültelerde bir disiplin içerisinde verilmiyor. Siz bir mimar olarak mimarlığın sürdürülebilir ve ekolojik boyutu ile ilgili bilgi birikimine nasıl sahip oldunuz?
Eğitim her zaman insanın kendi merak ve becerisi ile birlikte gelişir. Eğitim kurumları bu süreçte ancak yol gösterebiliyor. Ekolojik mimarlık, özünde mimarlığın bir alt dalı da değildir, bence mimarlığın özü ve kendisidir. Yapılarımızı üzerinde yaşadığımız şu gezegene inşa ettiğimiz sürece de mimarlığı topo€rafyadan, ekolojiden ayrı düflünemeyiz. Eğitim kurumları bu öz düşünceyi ne kadar takip edebilirlerse, misyonlarını da o kadar doğru aktarmış olacaklar.
Ben Almanya’da Kiel Muthesius Hochschule ve Düsseldorf Güzel Sanatlar Akademisi'nde okudum, Kiel’deki okul Bauhaus felsefesinde eğitim veren bir okuldu, yani büyük atölyelerde heykeltraş, ressam, endüstriyel tasarımcılarla birlikte çalışma imkanı bulup, mimari formların ve malzemelerin dışına çıkıp farklı sanat alanlarında da araştırma ve keşif yapma imkanı buluyordum. Bu sayede piyasanın sunduğu yapı malzemelerinin dışına çıkıp, doğa ile uyumlu form ve materyelleri tanıma, insan ve canlı sağlığını dikkate alma alışkanlığı gelişti.
Mimarlık sürdürülebilir inovasyon için önemli bir arena diyebiliriz. Konut sektöründeki hızlı gelişim sürdürülebilir, çevreci ve yenilikçi tasarımları hayata geçirmek için iyi bir fırsat. Mimaride sürdürülebilir tasarım aşamalarından bahsedebilir misiniz?
Mimaride ‘ekoloji’ kelimesi ne kadar gereksiz bir katma değer süslemesi ise, ‘sürdürebilir’ kelimesi de öyle bence. Üstelik ülkemizde bilgi kirliliği mağduru olmuş durumda. Doğru olan, doğal olan zaten öyle olması iken kullandığımız kavramlar bunlar. Bu nedenden soruya salt ‘mimari tasarım aşamaları olarak bakmak istiyorum.
Öncelikle belirlenen yerde istenilen bir yapıya ihtiyaç varmı gerçekten? İstenen yapı belirlenen yere uygunmu? Yerin uygunluğu sadece topoğrafyanın uygunluğu ile cevaplandırılmamalı bence, aynı zamanda sosyo-kültürel etkileri bakımından da incelenmelidir.
Yapıma bir defa karar verildiğinde ise, bölgenin iklim koşulları ve lokal doğal yapı malzemeleri ile enerji potansiyelleri ne ise ona göre tasarım süreci bafllar. Bence yapının ekolojik döngüler içerisinde kalarak yerine ait olabilmesi ve biyolojik olarak insan sağlığını koruyan bir organizmaya dönüşmesi doğrudur. Bu organizmayı yaratmak konut/rezidans dışında da düşünebildiğimiz tüm karma projelerde de tasarlamak mümkündür.
Turizmin yarattığı fırsatlar kadar doğal çevreye verdiği zararlar da bilinen bir gerçek. Sürdürülebilir Turizm kavramının sıkça konuşulduğu bu günlerde çevreye duyarlı otel mimarisi nasıl kurgulanmalıdır? Bu noktada yatırmcıya düşen görevler nelerdir?
Turistler hep ziyaret ettikleri bir bölge ise karakteristik doğasını, şehir ise geleneksel dokusunu, yani bulundukları yerin farklı dünyasını tanımaya çalışacaklardır. Bu tanımaya çalışma ise, genellikle kendi konfor ve güven ihtiyaçları çerçevesinde hareket ediyor. Otel mimarisinin çevreye duyarlı kalabilmesi için küçük ölçekte tesislere dönüflmesi doğru olur düşüncesindeyim. Yani anıtsal otel ve eğlence kampüsleri yerine, daha yaygın, adet olarak daha fazla, çeşitliliği bol, ama küçük birimler şeklinde. Bu yöntem turizmin yoğunlaştığı bazı dar alanların ekolojik tehtidlerden korunmasını da sağlayacak ve yatırımcılar içinde farklılaşma adına bir fırsattır.
İnsan sağlığının yapı ile olan etkileşimi ile ilgili düşüncelerinizi bizimle paylaşır mısınız?
Yapı, insan bedenini saran, onu koruyan üçüncü bir ten gibidir. Birincisi olan cildimizin üzerine giydiğimiz ikinci ten olan kıyafetleri de iklim koşullarına göre seçiyoruz. Hastalanmamak için, üşümemek için, terlememek için. Cildimiz doğal bir organizmadır ve en önemlisi nefes alır / verir. Bu biyolojik özelliği sayesinde sağlıklı kalırız. Bizi saran, içine sığındığımız ikinci ten olan olan giysilerimiz nefes almadığında, kendi terimizde ıslanır, boğulmaya başlarız. İşte yapıya da bu gözle bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Bizi saran üçüncü bir deri gibi. Nefes alabilen, doğal malzemelerden birleşmiş biyolojik bir organizma olarak. Bunu temsil eden bilim dalı olarak ‘yapı biyolojisi’ bu anlamda son derece önemli ve eğitiminin verilmesinin kaçınılmaz olduğu bir alandır.
Beton, çelik ve hava almayan cephe kaplamaları arkasında yaşıyorsak ve kanserojen gazlar açığa çıkaran boya ve yüzey malzemeleri sarmışsa etrafımızı, bunu mutlaka daha sağlıklı yapmanın yollarını bulmamız gerekiyor. Ve bu imkanlar var artık, sağlıksız olan bir yapıyı daha sağlıklı hale getirebiliyoruz günümüzde. Belki de sadece doğru bir doktora (mimara) gitmeniz gerekiyor!
Yapıların çevreci ve insan sağlığına uygun olabilmesi için mevcut sertifika sistemlerinden birine sahip olmaları yeterli midir? Sertifika almak dışında başka neler yapılabilir?
Sertifika sistemlerinin yatırımcıların sürdürebilirlik konularında daha bilinçli olmasına fayda sağladığını düşünsemde, bu sadece sertifika almış olduğu için bir projenin bütünsel olarak çevreye uyumlu ve insan sağlığına uygun olduğu anlamına gelmiyor. Burada yapı biyolojisinin ve doğa algısının daha etkin şekilde gündeme gelmesi faydalı, hatta kaçınılmaz olacaktır. Örneğin tükettiği enerjiyi sürdürülebilir kaynaklardan temin etmeden önce, baştan az enerji tüketen bir mimari tasarım daha etkindir ki, sertifika sistemleri çoklukla bu ekonomik modelleme üzerine kurgulanmamıştır. Aynı şekilde biyolojik bir yapıda yaşamak sayesinde daha az hastalanıyorsak, bunun yarattığı ekonomik tasarruf döngüsü hesaba katılmamaktadır.
Bu ekonomilerin hangi coğrafyalarda bir ticarete dönüştüğü de dikkate değer bir konu. Özde çevre bilincinin ve doğa sevgisinin tabana yayılmış olduğu bu bölgelerdeki yapılaşmaya baktığımızda sertifika sisteminin hiç de yaygın olmadığını, zaten çünkü buna gerek duyulmadığını görüyoruz.
Yeşil, sürdürülebilir, ekoloji gibi kavramlar son yıllarda hayatımıza yoğun olarak girdi ve farklı mecralarda bir çok şekilde tartışılıyor. Ülkemizde yapılan çalışmalarda bu kavramların doğru algılandığını ve uygulandığını düşünüyor musunuz?
Bu kavramların zaten mimarlığın özünde olması gerekliliğine bir daha işaret etmek istiyorum. Ne yazık ki bugün Türkiye’deki bir çok inşaat yatırımcısı ve mimar projelerinin ekolojik ve doğal olduğunu düşünüyorsa da, bunun bir kavram suistimalinden öteye gidemediğine üzülerek tanık oluyorum. Sanırım, ekolojik bilginin ilerlemesi, çok daha hızlı ilerleyen inşaat sektörünün gerisinde kaldı ve bilgi kirliliğine dönüştü.
Bugün, inşaat malzemelerinin sağlıklılığından, vaad edilen yaşam alanları ile çevrelerine kadar, hiç bir şekilde kültürümüzün özünde yatan ‘mahale, komşu, aile ve özel yaşamalanı’ gibi elemanter ihtiyaçları karşılamamaktadır. Hem tensel hem tinsel bağlamda yaşam alanları yaratmak için birçok malzeme ve yöntem var, bunları bilinçli şekilde kullanıp tasarlarsak o zaman biyolojik bir organizma özelliğinde ‘sağlıklı bina‘ yaptık diyebiliriz.
Sürdürülebilirlik ilkelerinin mimaride uygulanması konusunda kendilerini geliştirmeleri adına geleceğin mimarlarına tavsiyeleriniz nelerdir?
Günümüz kompleksitesinde sadece ‘mimar’ ünvanının yetersiz kaldığını düşünüyorum. Bu bakımdan önemsediğim konu uzmanlaşmaktır. Genç mimar adayının kendi ilgi alanı doğrultusunda seçeceği uzmanlık alanı ne olursa olsun, meslek yaşamı süresince kendi tasarım öyküsüne ‘canlılar ve doğa ile ilişki’ sorusunu ilave ederek ilerlemesi önemlidir. Gezegenimizin insan türü için gelecekte de yaşanabilir kalması için kaçınılmaz bir gerçek bu. Yoksa insan olmadan da rahatça, belki de daha rahat dönmeye devam eder dünya…
Geleceğin mimarlarına tavsiyem, ‘yapı – insan – çevre’ üçgenini doğru öğrenerek tasarımlarına entegre etmektir. Bu sayede bilgi kirliliğine karşı bilgi üretilebilmektedir. Bunu uygulayan topoğrafyalar olduğu kadar, bilge kurum ve kişiler de var. Yapılması gereken onları desteklemek, içlerinde yer almaktır.
1963 yılında İstanbul’da doğan Mehmet Şenol, 7 yaşında ailesi ile birlikte Almanya’ya gitti. Marangozluk eğitiminin ardından Muthesius-Hochschule Für Gestaltung Kiel’den mimar olarak mezun oldu ve Düsseldorf Güzel Sanatlar Akademisi’nde eğitimine devam etti.
1997 yılında Marmara Adası’nda ‘ada art’ı kurdu, Berlin’de kendi sahibi olduğu ve yönettiği ‘Galeri Imago’ sanat galerisinde sanatın farklı dallarından sanatçılar ile etkinlikler düzenledi.
1990-1999 yılı arasında RKW (Rhode Kellerman Wawrowsky) mimarlık ofisinde önce Düsseldorf sonra Berlin’de çalıştı ve sinema merkezleri, ofis binaları, rezidanslar ve çeşitli karma yapıların tasarımında ve uygulamalarında bulundu. 2006 yılında Ece Türkiye’de mimari departman yöneticisi olarak çalıştı.
2007 yılında kendi mimarlık ofisini kurdu ve projelerini farklı yapı disiplinleri ile işbirlikleri kurup geliştirdi. Günümüzde çalışmalarına, And Akman ile birlikte kurdukları eds-a (Ecological Design Solution and Architecture) da özellikle ekolojik mimari ve çevre üzerine devam ediyor.