Mermer Kütlede Hacimle-Boşlukla Çalışmak...
GÖKHAN AVCIOĞLU
Gad Architecture
Başaranlar Mermer & Traverten Sponsorluğunda
Fotoğraf : Can Görkem Halıcıoğlu
Aslında mimarlık, 8500 yıldır en önemli yapı malzemesiyle var olmuş, o da ‘taş’. Ülkemizde de çok sayıda bina hatta şehir var ‘taş’ ile yapılmış. Bodrum HalIcarnassus Mozolesi ve onun çevresindeki yapılar gibi... İstanbul’da da bir çok örnek var tabi; ama en önemli örnek 1500 yaşındaki Ayasofya... Dolayısıyla taş kullanıldığı zaman yapı doğası gereği sürdürülebilir oluyor, uzun ömürlü oluyor.
Ekoyapı Dergisi olarak bu sayımızda ‘Mimarlar ve Vazgeçemedikleri Malzemeler’ dosya konusunu hazırlıyoruz. Bu kapsamda öncelikle mimarlığın sürdürülebilir ve ekolojik boyutuyla ilgili görüşlerinizi alabilir miyiz?
Aslında mimarlık, 8500 yıldır en önemli yapı malzemesiyle var olmuş, o da ‘taş’. Ülkemizde de çok sayıda bina hatta şehir var ‘taş’ ile yapılmış. Bodrum Halicarnassus Mozolesi ve onun çevresindeki yapılar gibi... İstanbul’da da bir çok örnek var tabi; ama en önemli örnek 1500 yaşındaki Ayasofya... Dolayısıyla taş kullanıldığı zaman yapı doğası gereği sürdürülebilir oluyor, uzun ömürlü oluyor. Günümüz mimarlığında ise bu denli uzun kullanım ömürlerini yakalamamız çok kolay olmuyor. Bu durumun çeşitli sebepleri var tabiki... Artık kalıcı malzemeler yerine daha kısa ömürlü malzemeler üretiliyor. Bu durum endüstrileşmenin yani 20. yy’ın meselesi. İkinci bir konu ise; inşaat sektörünün farklı bir ekonomi yaratmış olması... Bu ekonomi aslında bildiğimiz finans bakış açısının bir uzantısı.
Aslında yapı, üretildiği zamanın maliyetleriyle ölçülebilir bir ürün değil. İnşaatta bu tür bir ekonomi işlemiyor. Burada önemli olan, inşaat ve günlük yaşam arasındaki ilişkiyi yakalamak... Bu durum mimaride çok tartıştığımız bir konu. Bazen geçici olarak inşa edilmiş yapılar bile herhangi bir yere taşımak suretiyle tekrar kullanıma uygun özelliklerde üretilmeli. Bir yapının bugün için kaça mal olduğundan ziyade, yarın bize ne kadar süre hizmet edebileceğinin muhasebesi yapılmalı. Bu gibi nedenlerden dolayı mimarideki hesap, herhangi bir ürünün üretilmesindeki hesaba pek benzemiyor. Endüstriyel bir ürün çok sayıda üretilirse verimliliğini ve karını arttırabilir ama mimaride ise tam tersi bir sistem mevcut, bir yapı ne kadar uzun yıllar kullanılabilirse o kadar ekonomik sayılabilir. O yüzden de yapılar için harcanan ekonomik kaynaklar - lüks için harcanmış kısmından değil, gereklilik olarak harcanmış kısmından bahsediyorum - yapıların ömrünü uzatmak, gelecek nesillere sağlam ve yapıldığı gibi kullanılır şekilde yapılar bırakılması yönünde olmalı.
Fakat bu günün mimari ve yapı üretim mekanizmaları biraz bu yaklaşımın dışında hareket ediyor. Mesela; Türkiye’nin en büyük problemlerinden bir tanesi mevcut yapı stoğunun %70’inin yenilenmesi gerekliliği. Halbuki bu yapıların çoğu 30 ya da 50 yıl önce yapılmışlardı. 1999 depreminden sonra yapılan binalarda deprem dayanımları belki biraz daha arttı ama yine de ne kadar uzun süre dayanacakları konusunda çok emin değilim. Karamsar bir tablo çizmek istemem, daha iyisini yapmaya muktediriz. Söylemek istediğim; yapının sürdürülebilirliği, yapı maliyeti, yapı ekonomisi ve ekolojisiyle ilgili bir konu, burada tabi ki mimarlara büyük bir görev düşüyor. Ancak bu konular mimarlara bırakılamayacak kadar kapsamlı... Herkesi yakından ilgilendiriyor aslında... Ismarlayanı, denetleyeni, içinde yaşayanı... dolayısıyla bunları sadece mimarlar üzerinden konuşmak çok eksik bir tartışma ortamı yaratır. Bence özellikle sizin gibi yayınların görevi, bu tartışmaları mimarların dışında ilgili kitlelere yaymak olmalıdır.
Sizin bir mimar olarak vazgeçemeyeceğiniz ve kullanmaktan en çok keyif aldığınız malzeme hangisi?
Konuşmamın başında da bahsettiğim gibi benim vazgeçemeyeceğim malzeme taş ve taşın türevleri. Taşı kullanmaktan her zaman çok keyif alıyorum. 30 milyon yıllık bir ürün ve en yenisi 3 milyon yıl yaşında... Dolayısıyla o kadar dayanıklı ve doğanın kendisi ki, ondan sonra el yapımı veya endüstri yapımı hiçbir ürün onunla rekabet edebilecek güçte değil.
Taşıyıcı sistemlerde ise betonarme, çelik ve türevlerini kullanmayı seviyorum. Ahşap da sevdiğim bir malzeme ama projeden projeye değişiyor. Ahşap daha çok küçük projelerde gündeme geliyor. Ölçek büyüdükçe daha dayanıklı ve daha uzun ömürlü malzeme seçimlerine doğru yöneliyoruz. Tabiki cam kullanmayı da seviyorum yerine göre, ama birinci sıraya taş ve taş ürünlerini koyuyorum, en rahat ettiğim malzeme olduğu için...
Vazgeçemeyeceğiniz malzeme olarak taş ve taş ürünlerini vurguladınız. Hayal gücünüzü biraz zorlasak ve taştan ütopik bir yapı tasarlamanızı istesek, ortaya nasıl bir yapı çıkardı?
Neredeyse tümüyle mermerden büyük bir kütle ve onun içinde mekanlar... Hacimle boşlukla çalışmak... Aslında buna benzer örnekleri Kapadokya’da görmek mümkün... Tersine çalışıyorsunuz, olmayan bir şeyi bir hacmin içinde oyarak oluşturuyorsunuz. Kütleyi oyarak içine girmekle, olmayan bir şeyden üst üste inşa etmek çok farklı sistemler.
Kerpiç tuğla gibi geleneksel aynı zamanda da çevre duyarlı yapı malzemeleri artık çağdaş teknolojilerle üretiliyor, bunların piyasa kabulü konusunda ne düşünüyorsunuz?
Bu konuda çok meraklı bir dostumuz ile uzun süredir konu üzerine konuşuyoruz. Toprağın kendisini hammadde olarak kullanmak bir takım ilginç klimatik etkiler verebiliyor ama tabi tam olarak bizim bildiğimiz kerpiç değil. Üst üste sıkıştırılmış ve beton döker gibi kalıplanmış bir sistemden söz ediyoruz.
Mimarlık ve yerleşme kültürüyle ilgili bir vakıf kurduk. Bu vakıf kapsamında yapmak istediğimiz bazı çalışmalar var. Bunlardan bir tanesi laboratuvar çalışmaları. Burada geleneksel yapı malzemelerinin günümüzde kullanımı ile ilgili bir çalışma yapmak istiyoruz ve kerpiç de bunlardan bir tanesi...
Biraz önce bahsetmiş olduğum hacimle çalışan sistemler ve bunların bir araya gelmesinden oluşan şehirler üzerine çalışmalar yapıyoruz. Alpaslan Ataman ile beraber Bayburt kitapları üzerinde çalıştık. Bir taraftan da gelecek dönemlerde hayata geçirmek istediğimiz bir okul projemiz var. Mimarlık eğitimine yeni bir bakış açısı ile yaklaşmak istiyoruz. Şunu da unutmamak lazım; mimarlık geçmişten ders alır, geleceğe yönelik yeni şeyler düşünür, bugün için inşa eder. Bu düşüncelerin hepsini bir projede yapmak her zaman mümkün olamaz, bu durum biraz da ekonomik imkanlar ve zamanın teknolojisi ile ilgili. Bu noktada biz düşündüklerini yapabilen ofislerden bir tanesiyiz.
Mesela biz şu anda 100 bin kişilik bir şehir düşünmeye çalışıyoruz, yine bizim G7 ofisimiz ve Alpaslan Ataman ile beraber, Vakıf da bu işin içersinde... 100 bin kişilik bir şehir parçası. Önümüzdeki zamanlarda bir şehrin büyüklüğü ne olmalı diye düşünüyoruz. Şehirler belki belli bir büyüklükten sonra daha büyük olmamalı, birbirine bağlantı olarak başka bir noktaya geçmeli... Dünyanın değişik kıtalarında bu anlamda değişik populasyonlar,nüfuslar ve değişik eğilimler var. Türkiye; hem çok küçük -belki 45 haneli- köyü olan, hem de İstanbul gibi çevresiyle birlikte neredeyse 20 milyon nüfusa sahip olan mega kentlerin olduğu bir ülke... Bunlardan nasıl ders çıkarırız? Eskiden nasıldı ve bu böyle mi devam etmeli? Nasıl formüller bulabiliriz? sorularının cevaplarını arıyoruz.
Türkiye’nin önünde bir kentsel dönüşüm süreci var. Ülke genelinde yılda yaklaşık 1 milyon yapı stoğunun yenilenmesi planlanıyor. Bunun bir fırsat olduğunu düşünüyor musunuz?
İnşaat sektörü ülkemizde lokomotif sektörlerden birisi. Ayrıca denetimin çok da iyi olmadığı bir sektör... İşin denetimi olmadığı için de istenilen kaliteye ulaşılamıyor. Bugün ülkemizde mimari tasarım anlamında ciddi bir kalite artışından söz edebiliriz ancak olay sadece bundan ibaret değil. Örneğin Ataşehir’i ele alalım, hükümet, yerel yönetimler ve özel sektör tarafından üretilmiş, TOKİ’nin yaptığından biraz daha hallice bir yatakhane bölgesi oluşturuldu orada. Nerede sinemaya, tiyatroya gidilir, neresi etkinlik alanı olarak kullanılabilir, yürüyerek nereden nereye gidebilirsiniz? Otomobiliniz yoksa bu bölgede hareket kabiliyetiniz neredeyse yok denecek kadar az.
Şehirler anti demokratik yerlerdir, o çeşitliliğinden zevk alır zaten şehirde yaşayanlar. Ancak çok sayıda otomobille nasıl baş edeceğimizi uzun yıllardır düşünmediğimiz için daha çok otomobillerin şehirleri haline dönüştü kentler. İstanbul örneğinde de aynı durum var, son yıllarda toplu taşıma ile ilgili ciddi kararlar alınmaya, çözümler üretilmeye başlandı ama İstanbul’un bu büyüklüğü kaldırması zor. Yani istanbul’un biraz diyete ihtiyacı var. Başka şehirler cazip hale geldikçe İstanbul gibi şehirler nefes alacak. Her şeyin istanbul’da olduğu durum da yavaş yavaş ortadan kalkıyor. Finans burada, medya burada, eğlence burada, bütün üniversiteler burada, iyi ve etkili yaşam burada, boğaz burada... Artık bunlardan bazıları başka şehirlerde de olmaya başladı. Dijital teknoloji sayesinde artık heryerde olabilirsiniz...
Sizin de bildiğiniz gibi Dünya’da ve ülkemizde uygulanan bazı yeşil bina sertifika sistemleri mevcut. Bu sistemler hakkındaki düşünceleriniz nedir?
Bu sistemler ile ilgili her ülkenin kendi standardını oluşturması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü, her ülkenin iklimi, ürettiği ürünler, ürün kalitesi, doğal kaynakları farklı. Bu konular ülkemizde çok yeni ama ben yaklaşık 20 yıl önce bu kavramlar üzerine bir şeyler yazmaya başlamıştım. O zaman da şöyle söylemiştim; ‘biz bir liste oluşturuyoruz ama bu liste kapalı bir liste değil, her zaman buna eklemeler olmalı’ diye. Temelde aslında bir kaç tane konu var. Bu süreç tasarımda başlıyor. Binanın yönelimi, doğal ışığı kullanması gibi temel sorumlulukları mevcut. Belki bu konuda en önemli nokta mekanik/dinamik sistemlerin kullanılması. Geçmiş dönemlerde bunlar pahalı sistemlerdi, ışığa ve havaya göre açılıp kapanabilen sistemlerden söz ediyorum.
Yeşil Bina sertifika sistemlerinin ancak hükümetler ve yerel yönetimler düzeyinde ilişkilerle uygulanabilir olacağını düşünüyorum. Bizim en büyük eksiğimizin ruhsat projesi ile uygulanan projenin farklı oluşu... Gelişmiş ülkelerin başardığı bir konu var. Bir projeye başlanmadan önce, tüm kalemleri ile bu projenin ne kadar bütçe gerektirdiği ilgili yerel yönetime sunuluyor. Yerel yönetim bunu onayladıktan sonra belediye bunu yapacak olan yatırımcının gerekli sermayesi var mı diye soruyor. Bu noktada bir banka garantisi gerekiyor, sigorta devreye giriyor, bu kaynak milli servet olarak koruma altına alınıyor. Böyle bir süreçte sertifika sistemlerinin uygulanması kolaylaşıyor. Bu anlamda süreç kontrol edilmediği zaman iş; mimarına, üreticinin kültürüne, şahsiyetine ya da beğenisine kalmış oluyor. Toplumsal bilincin oluşması için bence işin finans kısmının yani o sigorta kısmının garanti edilmesi gerek.
Biz 20 senedir projelerimizde bu hassasiyetle davranıyoruz zaten ama bunun genel bir alışkanlık haline dönüşmesi lazım. Bu toplumsal bir bilinç, keyfi tavırlara bırakılmayacak kadar önemli. Gereklilik, zorunluluk haline getirilmeli. Ancak bunu bir gereklilik bir zorunluluk haline getirirseniz yavaş yavaş o bilinç oluşur ve bir süre sonra artık otomatik hale gelir. Üreticiler içinde aynı şey söz konusu...