Mimar Özgür Bingöl'e Sorduk...
Sanayileşmiş ülkelerde, üretilen enerjinin yarısını tüketen binaların karbon emisyonunun da yarısından sorumlu olduğunu; geri kalan enerji tüketiminin ve sera gazı salınımının ise ulaşım ve endüstri alanları arasında paylaşıldığını yapılan çalışmalardan okumaktayız. Bu tespitler göstermektedir ki mimarlık ve kent planlama disiplinlerine kaçınılmaz olarak önemli görevler düşmektedir. Ancak söz konusu disiplinlerde üretim yapan meslek insanlarının tek başlarına küresel ölçekte çevre sorunlarını çözüme kavuşturmasının mümkün olmadığı da aşikârdır.
Yeşil, sürdürülebilir, ekoloji gibi kavramlar son yıllarda hayatımıza yoğun olarak girdi ve farklı mecralarda bir çok şekilde tartışılıyor. Sürdürülebilir mimarlık kavramı da günümüzün revaçta olan konularından bir tanesi. Mimarlığın sürdürülebilir ve ekolojik boyutu ile ilgili görüşlerinizi alabilir miyiz? Ülkemizde yapılan çalışmalarda bu kavramların özümsendiğini, doğru algılandığını ve uygulandığını düşünüyor musunuz?
Sanayileşmiş ülkelerde, üretilen enerjinin yarısını tüketen binaların karbon emisyonunun da yarısından sorumlu olduğunu; geri kalan enerji tüketiminin ve sera gazı salınımının ise ulaşım ve endüstri alanları arasında paylaşıldığını yapılan çalışmalardan okumaktayız. Bu tespitler göstermektedir ki mimarlık ve kent planlama disiplinlerine kaçınılmaz olarak önemli görevler düşmektedir. Ancak söz konusu disiplinlerde üretim yapan meslek insanlarının tek başlarına küresel ölçekte çevre sorunlarını çözüme kavuşturmasının mümkün olmadığı da aşikârdır.
Sürdürülebilir mimarlık konusunda James Steele’in Ecological Architecture kitabında ön plana çıkardığı ve benim de anlayışımı özetleyen 3 başlığı aktarmak isterim. Çevresel bilincin oluşturulması için birbirleri ile sıkı sıkıya ilişkili 3 temel tema söz konusudur. Bunlar sırası ile gelenek, şehircilik ve teknolojidir. Geçmişin bilgisel birikiminin öncelikle günümüze taşınması anlamında gelenek; dünya nüfusunun % 50’sinden fazlasının artık kentlerde yaşıyor olması gerçeğinden hareketle mekânsal, sosyolojik, ekonomik ve hukuksal olarak şehirleşme biçimleri üzerine etraflıca düşünülmesi anlamında şehircilik; teknik gelişmelere bağlı imkânların kullanılması anlamında teknoloji.
UNUTMAMAKTA FAYDA VAR Kİ, TURİZM OLGUSU “TURİZM ENDÜSTRİSİ”NE, KÜLTÜR OLGUSU “KÜLTÜR ENDÜSTRİSİ”NE DÖNÜŞTÜĞÜNDE NASIL BİR TABLO İLE KARŞI KARŞIYA KALIYORSAK, AYNI ŞEKİLDE ÇEVRESEL DUYARLILIK “YEŞİL ENDÜSTRİ” HALİNİ ALDIĞINDA DA ARTIK BAŞKA BİR ŞEYDEN KONUŞTUĞUMUZUN FARKINDALIĞINA SAHİP OLMALIYIZ.
Bu 3 temaya ek olarak daha kapsayıcı ve mimarlığı da aşan bir bakış açısıyla yaklaşırsak yaşanmakta olan çevresel sorunların çözümünün, küresel ölçekte insanoğlunun çevresiyle dengeli bir ilişki kurabilme kabiliyetinde yattığı ifade edilebilir. Her alanda bu denge durumunun bileşenlerinin araştırılarak kavranması ve uygulamaya geçilmesi önem taşımaktadır.
Ülkemizdeki hâkim kentleşme ve yapılaşma biçimlerini değerlendirdiğimizde ve son dönemin en belirgin özelliği olarak ön plana çıkan kitlesel ve hızlı yapı üretimini düşündüğümüzde, söz konusu kavramlar ile “özümsemek”, “algılamak” ve “uygulamak” fiillerini yan yana kullanmak maalesef olası gözükmemekte. Ancak karamsar olunmaması inancındayım. Bu hataların (her yerde inşasına izin verilen AVM’lerin ve kulelerin, kentleri ve çevresini kaplayan nokta blok tarlalarının, yapılaşmaya açılan yeşil ve kamusal alanların, vb.) onarılması için; önümüzdeki yıllarda sözü edilen kavramlar üzerine bolca düşünmek, araştırma yapmak, bu anlamda operasyonel bilgiyi üretmek ve büyük bedeller ödeyerek hayata geçirmek zorunda kalacağız.
Mimarlık, sürdürülebilir yenilikçi çözümler için önemli bir arena olarak değerlendirilebilir. Konut sektöründeki hızlı gelişim sürdürülebilir, çevreci ve yenilikçi tasarımları hayata geçirmek için iyi bir fırsat olsa da, kamusal binaların ve ofis binalarının bu gelişimi biraz geriden takip ettiğini söyleyebilir miyiz? Bu bağlamda mimaride sürdürülebilir tasarım aşamalarından bahsedebilir misiniz?
Yenilikçi ve buluşçu tavırların öneminin farkında olmakla birlikte herhangi bir tipolojideki tasarımın, planlamanın temel doğrularını barındırması gerektiğini vurgulamakta yarar var. Hatalı bir planlamanın kusurlarını telafi etmek için teknolojiye veya yeniliklere başvurması maalesef bir anlam taşımıyor. Söz konusu tavırlar, sorunu yaratıp ardından teknik destekle çözüme ulaşılması şeklinde değerlendirilebilir.
Şüphesiz konutlar kentsel yapı stoğu içerisinde en büyük paya sahip gruptur. Dolayısıyla, konut planlaması ve üretimi modeli sonucunda ortaya çıkan yapılı çevrenin, bir anlamda insan yerleşmelerinin genel karakterini oluşturması kaçınılmazdır. Bu noktada toplu konutlar, yapılı çevre içindeki oranı ile çevre dostu bir planlama yaklaşımında söylemden uygulamaya geçmek için araçların belirlenmesinde belki de en önemli yapı tipolojisini oluşturmaktadır.
Konutları takiben kamu yapıları, ofis yapıları, eğitim ve sağlık yapıları diğer baskın tipolojiler olarak ön plana çıkmaktadır. Ülkemizdeki genel ve hâkim projecilik süreçlerini ve yapılaşma mantığını göz önüne aldığımızda çevre dostu yapılaşma anlamında oldukça geride olduğumuz söylenebilir. Ne yazık ki bu tür yapılaşmanın tüm tipolojilerde yapılan kitlesel yapı üretiminin içindeki oranı bir kaç istinai örneğin ötesine geçememektedir.
Çalışılan tipoloji her ne olursa olsun ister sürdürülebilir, ekolojik, çevre dostu tasarım olarak niteleyin, ister sağlıklı bir projelendirme yaklaşımı olarak adlandırın, tasarım sürecinde özet şekilde aşağıda sıralanan aşamalarda belirli kararların alınması önem taşımaktadır:
•Masterplan aşaması (yoğunluk kararları, ulaşım stratejileri, açık alan strüktürü, sosyal projeksiyonlar, vb.)
•Yerleşim planı aşaması (konumlandırma -positioning- ilkeleri, açık ve kapalı alan dengeleri, vb.)
•Yapı tasarımı aşaması (genel mekânsal dizge ile ilgili kararlar, vb.)
•Yapıya ait birim mekânların tasarımı (esneklik kavramı, vb.)
•Malzeme kararları ve detaylandırma prensipleri (yöreye ait malzeme seçimi, vb.)
•Teknolojik altyapısal kararlar (ısıtma, soğutma, elektrik, rüzgar, vb.)
•Yönetimsel stratejiler (atık su yönetimi, vb.)
•Kullanım-yaşama alışkanlıkları ile ilgili kararlar
İnşaat yöntemlerinin rasyonalizasyonundan sağlanacak ekonomik tasarruflar ile, yapıdan kaynaklanacak sağlık sorunlarının daha baştan oluşmamasının yaratacağı ekolojik tasarrufları karşılaştırmak konusunda ki düşünceleriniz nelerdir? Buna göre doğru bina yapım yöntemleri sizce nasıl olmalıdır?
Bu soruya yanıt vermek güç ve biraz da sorunlu. Soru aslında oldukça paradoksal ve hatta içerisinde biraz ironi de barındırıyor sanırım.
İlk olarak rasyonelize edilmemiş bir inşaat yönteminin ne anlama geldiğini bilemiyorum. Dahası mesleki bilginin doğru bir şekilde projeye aktarıldığı, kurallara uygun olarak projelendirilmiş ve yapımı gerçekleştirilmiş bir yapıda sağlık sorunlarının ortaya çıkmasını anlamakta da zorlanıyorum. Dolayısıyla inşaat yöntemini rasyonel kılarak ekonomi yaratıp, ardından bu bütçenin yapıdaki oluşacak sağlık sorunlarının önlenmesi için kullanılması ve bu yolla bir tasarruf elde edilmesi önermesi kendi içerisinde sorunlu birtakım üretimleri (örneğin enformel yapı stoğu üretimi ya da projeye uygun olmayan sorunlu imalatlar gibi) meşrulaştıran bir alt anlamı barındırıyor. Yönetmelikler zaten sağlıklı çevreler üretilmesi için gerekli asgari çerçeveyi çizerler. 19. yy’ın ortalarından itibaren böyledir (örneğin “Public Health Act / Kamu Sağlığı Yasası”, 1848, İngiltere). Zaman boyutu içerisinde de kapsamları genişlemekte ve gelişmektedir. Bu noktadan hareketle şu şekilde kısa bir yanıt verilebilir. Formel bir üretim sürecinde yapım zaten rasyonelize edilir, projeler ile tanımlanan ve yapım kurallarına uygun olarak üretilen yapıda ise sağlık sorunu ile karşılaşmayız.
Doğru bina yapım yöntemi konusu ise tasarım gibi vakadan vakaya değişiklik gösteren bir özelliğe sahiptir. Tümel ve genelleyici bir tanıma indirgenemez. Üretilecek yapının içinde yer aldığı coğrafyanın fiziksel, sosyal-kültürel ve ekonomik verilerine ve üretildiği zamanın ruhuna bağlı farklı doğrular tanımlanabilir.
Yapıların çevreci ve insan sağlığına uygun olabilmesi için mevcut sertifika sistemlerinden birine sahip olmaları yeterli midir? Asıl hedefin sertifika almak olmaması için sizce neler yapılabilir?
Yapılaşmanın çevre-dostu bir özellikte ve ileri düzeyde konfor koşullarına sahip olması uluslararası ve ulusal ölçekte yapılaşma koşullarını belirleyen ve denetleyen yasa ve yönetmeliklere kademeli olarak yapılacak ekler ile sağlanabilir. Genel anlamda piyasa mekanizmasının ve gayrimenkul sektörünün bir aracı olarak değerlendirdiğim sertifika sistemlerine mesafeli yaklaşmaktayım. Bu ve benzeri konularda araştırmaya yönelik çalışmalar haricinde otorite olarak kamu otoritesi dışında özel yapılar oluşmasını doğru bulmuyorum.
Örneğin yangın konusundaki veya yapılarda fiziksel engelliler için alınması gereken önlemler konusundaki uygulamaları ele alalım. Siz şu an yapınızda acil durumlarda kaçış için yaptığınız düzenlemeler veya fiziksel engellilerin kullanımına uygun yaptığınız mekânsal organizasyonlar için bir sertifika alıyor musunuz? Söz konusu çözümleri yönetmelikler gereği üretmek durumundasınız. Tercihiniz olamaz. Bu alandaki üretimlerin yapılması zamana bağlı ve kademeli olarak ilgili yasa ve yönetmeliklerdeki düzenlemeler ve meslek eğitimi sırasında eğitim programlarında konuların yer almasının sağlanması ile mümkün olmuştur.
Amacın sertifika olmaması, kamu otoritesinin lobi faaliyetleri bağlamında hareket etmeyerek, çevre dostu yapılaşma ilkelerini “ortak yarar” kavramı etrafında belirleyeceği bir stratejiye bağlı ve kademeli olarak hayata geçirmesi ile sağlanabilir. Çevre dostu stratejilerin kitlesel ve herkes için mümkün kılınması açısından Almanca konuşan Avrupa ülkelerindeki uygulamaları, hem yasal düzenlemeler hem de destekleme yöntemleri bağlamında örnek alınacak modeller olarak görmekteyim. Unutmamakta fayda var ki, turizm olgusu “turizm endüstrisi”ne, kültür olgusu “kültür endüstrisi”ne dönüştüğünde nasıl bir tablo ile karşı karşıya kalıyorsak, aynı şekilde çevresel duyarlılık “yeşil endüstri” halini aldığında da artık başka bir şeyden konuştuğumuzun farkındalığına sahip olmalıyız.
Tüm bunların ötesinde üzerinde durulması gerekli bir diğer konu ise özellikle kamu-özel ortaklığı olarak formüle edilen operasyonlar bağlamında yakın dönemlere ait bazı örnekler aracılığı ile sertifikalar veya yeşil mimari söylemler üzerinden kent suçu olarak tanımlanabilecek üretimlerin meşrulaştırılma girişimleridir. Kavramların yüzeysel olarak kullanımı, içeriklerinin boşaltılması, amaçlarından arındırılarak piyasa mekanizması içerisinde salt araçsal kılınmasına örnek durumlar ile karşı karşıyayız. Emin olunuz ki çevreye duyarlı yapılaşma ile ilgili çalışan bilim ve meslek insanları kompakt yapılaşma veya yoğunluk ile ilgili yorumlarında bugün karşı karşıya kaldığımız ve bize dayatılan yapılaşmayı kastetmemektedirler.
Son yıllarda gündeme gelen ‘akıllı kent’, ‘akıllı bina’ gibi kavramlarda kullanılan ‘akıl’ terminolojisi sürekli gündemimizde. Mimar olarak, insan ‘aklı’ ile kent ‘aklı’ sizce nasıl paralellikler göstermeli ya da nasıl paradokslar gösteriyor?
Mimarlık tarihçisi ve kuramcısı Adrian Forty, Words&Buildings kitabında başarılı metaforların temelde şeylerin benzerlikleri değil benzemezliklerine dayandığını ve metaforların, benzemezlere ait olası benzerlikler üzerine yapılan denemeler olduğunu ifade eder. Forty’ye göre mimarlık alanında kullanılan sayısız bilimsel metafor, mimarlık ile farklı diğer bilim alanları arasında bir ilişki kurmaya yönelik gerçekleştirilen denemelerdir. Aslında paradoks tam bu noktada yer almaktadır.
“Smart city” ve “smart building” kavramlarında yer alan İngilizce “smart”ın karşılığı olarak Türkçe’de “akıllı” sözcüğü kullanılıyor. Sözcük taşıdığı gerçek anlam göz önüne alındığında burada metaforik bir özellik taşımaktadır. Sözcüğün taşıdığı anlamdan hareketle bir kentin veya bir yapının en azından günümüz teknolojisi ile gerçek manada akıllı olamayacağını biliyoruz.
Akıllı kent ve akıllı bina kavramlarının ağırlıklı olarak teknolojik altyapısı ve donanımı olana işaret ettiğini biliyoruz. Oysa özellikle akıllı kent kavramının teknolojik olarak donanımlı olmanın ötesinde ve mimarlığın dışında ekonomik, çevresel, sosyal-kültürel boyutları da içerdiğini tahmin etmek zor değil. Bununla birlikte genel algı akıllı bina kavramındaki gibi teknik donanımlara - kabiliyetlere ve otomasyon sistemlerine odaklanmakta.
Ayrıca kullanılan bu kavramlar kültür tarihini kapsamamakta ve dolayısıyla önemli örnekleri dışarda bırakmakta. Bu durumda, sözü edilen kavramlarla sınırlanan artefaktların dışında kalan önemli örnekleri nasıl niteleceğiz? Örneğin bir Siena, bir Mardin ya da geleneksel bir Anadolu konutu akıldan yoksun bir mekânsal örgütlenmenin eserleri olarak mı değerlendirilecek? Bu tür üretimler, akıldışı olmadıklarına göre, örneğin “sağduyulu” sözcüğü ile mi tanımlanacak? Polemik için ne kadar elverişli bir alan açıyor söz konusu metaforik kullanım. Öyle değil mi?
Sözün kısası bu tür pratik metaforik tanımların büyük sloganlar haline dönüşmesi veya peşinden adeta müridvâri bir şekilde gidilmesi karşısında mimarlığın kadim yapısı, içerdiği bilgi birikimi ve de en önemlisi kültür tarihinin katmanlarının farkındalığı ile hayrete düştüğümü belirtmeliyim.
Bu sayımızın dosya konusu “biyolojik iç mekân kalitesi”. İnsanın biyolojik ve ruhsal sağlığını kaçınılmaz bir şekilde belirleyen iç mekânlara dair -toksikler, radyasyon, nem, hacim gibi kalite kriterleri bakımından- genel bir değerlendirmenizi alabilir miyiz?
Konuların genel anlamda salt niceliksel değerleri üzerinden ele alındığı bir coğrafyada yaşıyoruz. Bu bağlamda herhangi bir konuda “kalite” kavramının kullanılıyor olması nitelikle ilgili bir bakış açısını da beraberinde getirdiği için her zaman olumlu bir gelişmedir. Enerji hesapları, emisyon değerleri, kullanılan teknolojik sistemler, puanlar arasında “biyolojik iç mekân kalitesi” kavramı, ruh sağlığı ifadesi ve konfor koşulları gibi ölçütlerin gündeme gelmesini bir tasarımcı olarak önemli bulmaktayım. Bu anlamdaki yaklaşımlar, ölçülebilir olanın yanında ölçülerek tablolara veya puanlara indirgenemeyecek olan, ancak mimarlığın doğasında olan ve mesleği sanat ve sosyal bilimlerle buluşturan karakterinin söz konusu çalışmalarda hak ettiği öneme kavuşmasını sağlamaktadır. Konunun teknik, ekonomik boyutu yanında psikolojik, sosyolojik, estetik boyutları da önem kazanmakta ve tartışmaya açılmaktadır.
Mevcut bir bina her koşulda sürdürülebilirlik ilkelerine göre revize edilebilir. Burada ekonomik / ekolojik verim dengesi sizce nasıl olmalı? Aynı şekilde sürdürülebilir teknolojilerin tarihi yapılara adaptasyonunda nasıl bir yol izlenmeli?
Yapısal ömürlerini tamamlamamış binaların enerji performanslarının artırılması ve konfor koşullarının iyileştirilmesi çevresel tasarım anlayışı içinde tutarlı bir yaklaşımdır. Mevcut olanı gerekmediği halde yıkarak yenisini yapmak yerine mevcut olanın değerlendirilmesi, hatta bazı durumlarda yapmak yerine olumsuzluk yaratan unsurları ortadan kaldırarak ve yeni bir şey eklemeden çözüme ulaşmak mimarın egosunu dizginleyebildiği, övgüyü hak eden mimari yaklaşımlardır. Kanımca sürdürülebilirlik kavramı ile birebir örtüşen bir mimari anlayıştır. Bu noktada daha mimarlık eğitimimim ilk yıllarında söz konusu anlayışın oluşmasında büyük etkisi olan hocam Prof. Mete Ünal’a teşekkürü bir borç bilirim.
Sorunuza soyut olarak sözcükler ile değil somut örnekleri ile bir yarışmanın ürünlerine işaret ederek yanıt vermeyi tercih ediyorum. Bu anlayışa uygun son dönem mimari etkinliklerden birisi olan The Nordic Built Challenge yarışmasına değinmek isterim. Yarışma, Kuzey Avrupa ülkeleri İsveç, Norveç, Danimarka, Finlandiya ve İzlanda hükümetlerinin ortaklaşa kurdukları sürdürülebilir gelişme üzerine çalışan bir enstitü olan Nordic Innovation tarafından açılmıştır. İki aşamalı yarışmanın temel hedefi, 5 ülkede 5 ayrı noktada yer alan modern döneme ait, konut ve ofis olarak kullanılan mevcut yapı gruplarının daha sürdürülebilir yapılı çevreler üretilmesi amacıyla yıkılmadan dönüştürülmesidir. Projelerin tüm detayları ile internet üzerinden incelenebileceği yarışma, mevcut yapı stoğunun belirlenen hedefler doğrultusunda ve ekonomik/ekolojik verimlilik dengesi gözetilerek nasıl ele alınabileceğine dair nitelikli yaklaşımları somut örnekler üzerinden gözler önüne seriyor.
Tarihi yapılara söz konusu amaçla müdahale konusu ise kendi başına ayrı bir uzmanlık alanıdır. Bu konuda araştırması veya uygulaması olmayan bir meslek insanı olarak bir yol/yöntem önermem doğru olmayacaktır. Ancak bu konuda genel düşüncemi ifade etmek isterim. Sanırım sürdürülebilir teknolojilerin adaptasyonuna en az ihtiyaç duyan bir yapı grubundan bahsediyor olduğumuzu hatırlamakta fayda var.
Hammaddesi ahşap, toprak ve saz vb. olan doğal yapı malzemeleri artık çağdaş teknolojiler ile üretiliyor. Bunların piyasaya kabulü konusunda ne düşünüyorsunuz?
Özellikle kırsal alanlarda ve düşük yoğunluklu yerleşmelerde yer alan yapı üretimlerinde söz konusu doğal yapı malzemelerinin kullanımı basit düzenlemeler ve destek mekanizmaları ile mümkün kılınabilir. Ahşap ve kerpiç yapılar barınma kültürümüzde yer alan yapı türleridir. Yıllar içinde oluşan yapımın birikimsel bilgisine eklenecek mesleki teknik bilgi ve yeni teknolojiler ile malzemenin ve yapım sistemin kabiliyetlerinin artırılması önemli bir konu olarak ön plana çıkmaktadır. Dolayısıyla piyasa ilgili konudan önce kamu destekli Ar-Ge çalışmasının ve pilot uygulamaların yapılması ön plana çıkmaktadır. Bu aşamanın ardından uygulama için model oluşturma potansiyelini barındıracak ilkeler bütününün ortaya konulması ve piyasa mekanizması içindeki ilgili aktörler ile konunun paylaşılması ve yapım ekonomisi bağlamında diğer yapım sistemlerinin alternatifi olmasının sağlanması konuları gelmektedir. Sonrasında kullanımın yaygınlaşması açısından destek/teşvik mekanizmalarının kurulması yeterli olacağı kanısındayım.
Sonsöz…..
Çevreci politikalar, kurumsal ve bireysel bazda tüm aktörlerin küresel bir sorumluluk bilinci ile hareket etmesi esasına dayanır. Küresel ölçekte yaşanılan çevre sorunu, her bireyin ve her kurumsal yapının derinlemesine ve eleştirel bir tavırla kendi pratiği üzerine düşünmesini gerektirmektedir. Çevre dostu, sürdürülebilir, doğa ve insan-merkezli yaklaşımların geniş kitlelere aktarılması ve bu bilincin geliştirilmesi bağlamında dergi olarak verdiğiniz katkılardan dolayı teşekkür ederim.
ÖZGÜR BİNGÖL KİMDİR?
Mimar Sinan Üniversitesi, Mimarlık Bölümü’nden 1998 yılında mezun oldu. Aynı üniversitede, 2001 yılında yüksek lisans programını; 2007 yılında doktora programını tamamladı. 1999 yılında göreve başladığı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Mimarlık Bölümü, Bina Bilgisi Bilim Dalı’nda yardımcı Doçent olarak görev yapmaktadır. Aynı zamanda 1999 yılından itibaren Mimar İlke Barka ile birlikte mimari çalışmalarını sürdürmektedir.