Tarihi ve Kültürel Öneme Sahip Mekanlar Tasarlıyoruz
Ben genelde hiç olmayan bir malzemeyi hayal etmek yerine, gittiğim yerlerde mevcut olan yerel malzemeleri kullanmayı önemsiyorum. Böylece hem kültürel sürekliliği hem de yerel kaynakların verimli kullanılmasını destekliyorum.
Mimar Ömer Selçuk Baz tarafından 2011 yılında kurulan Yalın Mimarlık mimarlık ve planlama alanındaki deneyimlerini kamu ve özel sektör projelerinde kullanarak, farklı ölçeklerde ve konularda tasarımlar üretmeye devam ediyor. Ayrıca Yalın Mimarlık ulusal ve uluslararası platformlarda pek çok ödül kazanmış ve başarılı uygulamalara imza atmış bir ofis. Mimarlığı yalnızca bir tasarım aracı olarak değil, aynı zamanda kültürel ve sosyal bağlamla iç içe geçmiş bir mekansal düzenleme olarak gören Ömer Selçuk Baz sorularımızı yanıtladı.
Yalın Mimarlık olarak faaliyet alanlarınız, tasarım ilkeleriniz ve ekibiniz hakkında bilgi alabilir miyiz?
Bizim birkaç ana odak alanımız bulunuyor. İlk olarak, kültür yapıları; özellikle müzeler, ziyaretçi merkezleri, arkeolojik alanlar gibi tarihi ve kültürel öneme sahip mekanlar üzerinde çalışıyoruz. Bu alanların ziyaretçi deneyimlerini iyileştirmek amacıyla master planlar tasarlıyoruz, kullanım ve işletme senaryoları oluşturuyoruz. Bir diğer odak noktamız ise kamusal alanlar. Belediyelerle iş birliği yaparak kamusal alanlar, kütüphaneler ve açık alan düzenlemeleri üzerinde çalışmalar yürütüyoruz. Bu projeler kapsamında, daha büyük çaplı dönüşüm ve kentsel iyileştirme operasyonlarında da yer alıyoruz. An itibarı ile ekibimiz 13 kişiden oluşuyor bu da bizi orta ölçekli bir ofis yapıyor. Kamu projeleri dışında, özel sektörde de çeşitli çalışmalar yürütüyoruz. Farklı ölçekte ve nitelikte konut projeleri, yerleşimlerin mimari ve kentsel örüntüleri üzerine çalışıyoruz.
PROJELERİMİZ KONUTLARDAN MÜZELERE, ZİYARETÇİ MERKEZLERİNDEN DAHA BÜYÜK ÖLÇEKLİ PLANLARA KADAR GENİŞ BİR YELPAZEYİ KAPSIYOR.
Müze tasarımı konusunda yoğunlaştığınızı ve uzmanlaştığınızı görüyoruz. Bu yönelim nasıl gerçekleşti? Tercihen mi oldu yoksa kendiliğinden mi gelişti?
Genelde tasarım ofislerinin projeleri büyük ölçüde tesadüflere dayanır, en azından başlama noktaları. 2011 yılında kazandığımız Troya Müzesi yarışması sonrası, müzenin inşasından sonra birçok bakanlık ve belediyeyle iş birliklerimiz oldu. Bu çerçevede projelerimiz müzeler ve ziyaretçi merkezleri gibi iki ana kategoriye ayrılabilir. Şu anda Konya’da bir bisiklet müzesi yapıyoruz. Troya Müzesi Helenistik dönemi içerirken, Konya’daki proje Selçuklu, Osmanlı ve Roma dönemlerine dair unsurlar barındırıyor. Zonguldak’ta doğal formasyonlar ve mağara oluşumlarını anlatan bir ziyaretçi merkezi de yaptık. Projelerimiz konutlardan müzelere, ziyaretçi merkezlerinden daha büyük ölçekli planlara kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Kendimizi belirli bir kategoriye sıkıştırmıyoruz; daha çok projelerin ihtiyaçlarına göre esnek bir yaklaşım benimsiyoruz ve ufak ölçekli düzenlemelerden, daha büyük kent mekânı organizasyonu gibi konularla da aynı anda ilgileniyoruz.
Sürdürülebilirlik, her alanda olduğu gibi mimarlıkta giderek önem kazanan bir konu haline geliyor. Siz sürdürülebilir tasarım ilkelerini nasıl uyguluyorsunuz ve bu konudaki görüşleriniz nelerdir?
Sürdürülebilirliği birkaç farklı açıdan ele almak gerektiğini düşünüyorum. Sürdürülebilirlik dediğimizde, genellikle doğrudan ve somut bir şey anlıyoruz. Paris merkezli, Cite de architure’un UNESCO desteği ile her yıl 5 tasarımcıya verdiği sürdürülebilir mimarlık ödülünü kazanan ekiplerden biriyiz. Bu ödülü Türkiye’den kazanan ikinci ofisiz. Bu başarıyı kültürel süreklilik ve sürdürülebilirlik konusundaki yaklaşımımıza borçluyuz. Ancak sürdürülebilirliği sadece bir başlık veya kontrol listesi olarak görmek doğru değil. Bence bu, daha büyük bir konunun parçası olan bir yaklaşımla alakalı. Baktığınızda geleneksel mimarlığın kendisi zaten sürdürülebilir bir uygulama. Doğal malzemelerin kullanımı ve kaynakların verimli kullanılması, sürdürülebilirliğin temelini oluşturuyor. Türkiye’de ekonomik koşullar karmaşık bir tablo sunuyor. Bir yanda toplumsal olarak geniş bir fakirlik söz konusu, diğer yanda ise kaynağı belirsiz büyük bir zenginlik var. Bu durum, kaynakların nasıl kullanıldığına dair önemli sorunlar yaratıyor.
TÜRKİYE, YEREL KAYNAKLI MALZEMELER AÇISINDAN OLDUKÇA ZENGİN BİR ÜLKE ANCAK BU ZENGİNLİK, MALZEMELERİN YAPI ÜZERİNDEKİ ETKİLERİNİ VE KULLANIM BİÇİMLERİNİ YETERİNCE YANSITMIYOR
Sosyal sürdürülebilirlik üzerine ciddi şekilde düşünülmesi ve mimarlık ile mekân tasarımı alanında etkili çözümler geliştirilmesi gerekiyor. Bizim ana yaklaşımlarımızdan biri, gerçekten toplum faydasına olmadığına inanmıyorsak, - işveren böyle bir talepte bulunsa bile - bu çalışmaları yapmıyoruz. Örneğin, bir yapının büyüklüğü önemli bir konu olabilir. Çünkü sadece inşaatla ilgili değil; bu yapıların işletilmesi de büyük bir mesele. Hatta çoğu zaman inşaattan daha büyük bir konudur. Bu yüzden, yapılabilecek en küçük yapıları tercih ediyoruz, doğa tahribatını en aza indiriyoruz ve gerekmedikçe yeni yapı yapmamaya özen gösteriyoruz.
Her zaman söylediğim gibi, en sürdürülebilir yapı hiç yapılmamış olandır. İşverenler bazen bu konuda aynı fikirde olmasak da aslında yapılmaması gereken durumlar var. Mimarlık genellikle, bir işverenin bir proje tarif edip, mimarın da bunu gerçekleştirdiği bir süreç olarak görülüyor. Ancak gerçekte, mimar masanın diğer tarafında yer alıyor ve işi yapma ya da yapmama konusunda inisiyatif kullanabilir. Bu eşleşmeler, karakterlere ve insanlara göre değişiyor. İkili ilişkilerde olduğu gibi, herkes herkesle uyum sağlayamıyor. Herkesin uyduğu bir mimar ya da mimarlık tarzı var. Aynı şekilde, her işverene uygun bir yaklaşım bulunuyor. Sonuç olarak, uyum sağlamıyorsak, o iş burada bitiyor. Bence bu konular genellikle yüzeysel bir şekilde ele alınıyor ve toplumsal olarak yeterince değer görmüyor. Sürdürülebilirlik gibi konular, pek çok kişinin ilgisini çekmiyor. Türkiye’nin öncelikli olarak daha temel aşamaları geçmesi gereken konular var. Maslow’un ihtiyaçlar piramidinde olduğu gibi, önce hayatta kalma, barınma ve temel ihtiyaçlar sağlanmalı. Sürdürülebilirlik gibi konular ise, daha üst seviyelerde yer alıyor ve bu yüzden birçok insan için öncelikli değil. Bu nedenle, barınma gibi acil ihtiyaçlar, daha öncelikli bir öneme sahip. Aslında sürdürülebilirlik ve sosyal konut gibi konular, temel ihtiyaçlar arasında yer almalı. Ancak, Türkiye’de yaşam mücadelesi ve günü kurtarma daha ön planda olduğu için, bu tür konular genellikle arka planda kalıyor. Bu yüzden, bu ihtiyaçların temel düzeyde ve öncelikli olarak ele alınması gerektiğini düşünüyorum.
Malzeme tercihlerinizi nasıl yapıyorsunuz? Ülkemizin yapı malzeme sektörü hakkındaki değerlendirmeniz nedir? Hayalinizdeki her malzemeyi bulabiliyor musunuz? Çevreye duyarlı malzemeler konusundaki düşünceleriniz nelerdir?
Ben genelde hiç olmayan bir malzemeyi hayal etmek yerine, gittiğim yerlerde mevcut olan yerel malzemeleri kullanmayı önemsiyorum. Böylece hem kültürel sürekliliği hem de yerel kaynakların verimli kullanılmasını destekliyorum. Mesela sertifikasyon sistemleriyle ilgili bazı sorunlar dikkatimi çekiyor. Örneğin, LEED sistemindeki 800 kilometre kuralı oldukça Amerikan odaklı bir yaklaşım. Bir malzeme 800 kilometre mesafeden geldiğinde ekstra puan alıyor. Ancak bu yaklaşım, Türkiye gibi büyük coğrafyalara sahip ülkelerde oldukça yetersiz kalır. Türkiye sınırları içinde 800 kilometre mesafeyi sağlamak kolay; bu yüzden sistemin yerel koşullara uyum sağlamadığını düşünüyorum. Sertifikasyon sistemlerinde genellikle check-list’lere odaklanılıyor. Bu yöntem bir binanın gerçekten sürdürülebilir olup olmadığını göz ardı ederek sadece kriterlerin karşılanmasına odaklanır. Bazı binaların sürdürülebilirlik standartlarını “başarıyla” tamamlamış gibi görünmesine neden olabiliyor, gerçek anlamda çevresel etkiler göz önünde bulundurulmuyor. Bu tür sistemlerin daha anlamlı ve yerel koşullara uygun bir şekilde yeniden ele alınması gerektiğini düşünüyorum.
Türkiye, yerel kaynaklı malzemeler açısından oldukça zengin bir ülke. Ancak bu zenginlik, malzemelerin yapı üzerindeki etkilerini ve kullanım biçimlerini yeterince yansıtılmıyor. Ustalık, detay çözümü ve Türkiye, yerel kaynaklı malzemeler açısından oldukça zengin bir ülke. Ancak bu zenginlik, malzemelerin yapı üzerindeki etkilerini ve kullanım biçimlerini yeterince yansıtılmıyor. Ustalık, detay çözümü ve malzemelerin yerinde doğru bir şekilde konulması gibi konularda sorunlar yaşanabiliyor. En basit malzemelerle de etkileyici yapılar inşa edilebiliyor. Çevremizdeki 300, 500, hatta 1000 yaşındaki yapılar, genellikle sıra dışı malzemeler kullanılarak inşa edilmemiş ancak bu yapılar ustalıkla ve doğru malzeme yerleşimiyle yapılmış. Asıl önemli olan malzemelerin nasıl kullanıldığıdır. Malzeme çeşitliliği tek başına yeterli değil ve her zaman daha iyi sonuçlar vermez. Bazen malzemeler, uygun şekilde kullanılmıyorsa bu da bir sorun olabilir. İmkanlar varken bazen malzemeleri kullanmamak da bir tercih ve bu da yapı tasarımının bir parçası olabilir.
TEKNOLOJİ BAZI İŞLERİ KESİNLİKLE KOLAYLAŞTIRIYOR VE BAZI DEĞİŞİKLİKLER SAĞLIYOR AMA BU DEĞİŞİM GENELLİKLE TEMEL İŞ YAPMA BİÇİMİMİZİ ÇOK ETKİLEMİYOR. BİZ TASARIM YAPARKEN ÖZVERİYLE VE DETAYLARA DİKKAT EDEREK ÇALIŞIYORUZ.
Günümüzde teknolojinin de etkisiyle her şey çok hızlı değişiyor. Bazı meslekler önemini kaybetmeye başlarken yeni meslekler ortaya çıkıyor. Bu konuyla ilgili öngörünüz nedir? Gelecekte mimarlık nasıl bir dönüşüm geçirecek?
Ben bu konuya biraz ters tarafından bakıyorum. Teknoloji gelişiyor ve biz mimarlar da bu teknolojiyi kullanıyoruz. Sonuçta teknoloji tasarım ve yapım süreçlerini kolaylaştırıyor. Ama bakınca mekanın özü, 300 yıl önceki gibi kalıyor. Ergonomik ihtiyaçlarımız değişmiyor. Ayrıca bence özgünlük, mimarlığın kovalaması gereken bir konu değil. Mimarlık binlerce yıllık kökleri olan bir disiplin. Dolayısıyla neyin özgün olduğu veya olmadığı hakkında tartışmak bence biraz tuhaf… Mimarlık, hem sanat hem de teknoloji içeren bir alan ama bence özgünlük, mimarlığın en arka plandaki konularından biri olmalı. Özgünlük bir mekanın sizi nasıl hissettirdiğiyle ilgili değil mi? Özgünlük yerine, mekanın fonksiyonelliği ve kullanıcıya sağladığı deneyim üzerine odaklanmak daha anlamlı.
Teknolojik gelişmelerin mimarlık mesleğine yansıması nasıl olacak? Özellikle son dönemde çok gündemde olan ‘Yapay Zekâ’ uygulamalarını mesleki anlamda nasıl değerlendiriyorsunuz?
Teknoloji bazı işleri kesinlikle kolaylaştırıyor ve bazı değişiklikler sağlıyor ama bu değişim genellikle temel iş yapma biçimimizi çok etkilemiyor. Biz tasarımı yaparken özveriyle ve detaylara dikkat ederek çalışıyoruz. Teknolojinin sunduğu kolaylıklar, bu yaklaşımımızın yerini almaz. Yapay zekanın bir mimarlığın, mekanın veya yapının sorumluluğunu tamamen üstlenmesi şu an için mümkün değil. Mimarlar işte bu yüzden varlar, çünkü insanın yaratıcılığı, vizyonu ve sorumluluk anlayışı bu süreçte kritik öneme sahip değil mi? Müşteriler, tasarımın sadece teknik bir üretim değil, aynı zamanda bir sorumluluk ve estetik anlayış işi olduğunu bilir. Bu yüzden biz sadece birer uygulayıcı değil, aynı zamanda sürecin ve sonuçların sorumlusuyuz. Hiçbir şey tam olarak aynı kalmıyor, ancak mekanın özündeki bazı temel unsurlar değişmeden kalabiliyor. Bugün yapay zeka bir mekan hayal edebiliyor, ama bu mekanlar, insanlardan gördüğü, insan yaratıcılığına dayalı imgelerden oluşuyor.
BUGÜN YAPAY ZEKA BİR MEKAN HAYAL EDEBİLİYOR, AMA BU MEKANLAR, İNSANLARDAN GÖRDÜĞÜ, İNSAN YARATICILIĞINA DAYALI İMGELERDEN OLUŞUYOR
Yapay zekanın ürettiği şeyler, bizim daha önce ürettiğimiz ya da gördüğümüz şeylerin bir kombinasyonu… Gerçekten özgün ve daha önce hiç görmediğimiz bir şeyi hayal eden bir yapay zeka henüz görmedik. Bu benzer bir tartışma, sanatın yapay zeka tarafından üretilebilmesi üzerine de yansıdı. Şiir yazan, resim yapan bir yapay zekanın eserlerinin sanat olup olamayacağı sorusu, sanatı tanımlamakla ilgili büyük bir soru işareti. Sanat, genellikle insanların kendi kültürel ve tarihsel bağlamlarından ürettikleri objenin ifadesi değil mi? Eğer bir eser, insanlardan bağımsız olarak ve onların kültürel geçmişleriyle ilişkili değilse, bu eser sanat olarak değerlendirilebilir mi? Makinelerin ürettiği şeyler, eğer insanlar için anlamlı ve bağlamlı değilse, sanat olarak kabul edilmeyebilir.
Genç mimar adaylarına ne tavsiye edersiniz?
Bence çok bakmak, çok gezmek ve çok görmek ve baktıkları şeyleri çok iyi, çok derinlemesine anlamaya gayret etmeleri gerekiyor. Çünkü zamanın küçük bir etkisi var: her şey çok hızlı. Artık insanların konsantrasyon düzeyleri çok düşük. Bu yüzden bakılan şeylerin arkasındaki anlamı kaydetmeye yeterince zaman ve emek harcanamıyor. Ama önümüzdeki dönemlerde jenerasyonları birbirlerinden ayırt edecek konu, bu derinliğin hangi katmanına kadar erişebildikleri olacak. Çünkü her şey çok yüzeyde kalacak ve bu derinlik büyük bir değer kazanacak. Eskiden zanaatkarlar pek değer görmüyordu, ama zamanla el emeğiyle üretilen her şey özel bir değer kazandı. Mimarlık da böyle bir iş; eskiden olduğu gibi hala biraz eski bir meslek… Sonuçta mimarlar olarak dört duvar, malzemeler, ışık ve destekleyici unsurlarla işin temelini oluşturuyoruz, aslında bu pek de karmaşık bir durum değil.
HER MALZEMİN KENDİ YERİNDE KULLANILDIĞI ALANLAR VAR. SEÇİM YAPARKEN SOSYAL VE EKONOMIK DURUMLAR DA ÖNEMLİ. ÇELİK YAPILAR BAZI ÜLKELERDE VE DURUMLARDA DAHA UYGUN OLABİLİRKEN, TÜRKİYE'DE MEVCUT KOŞULLARDA BETON YAPI KULLANIMI DAHA YAYGIN VE MALİYET AÇISINDAN DAHA UYGUN.
Son dönem projeleriniz veya tasarımlarınız nelerdir? Kısaca bilgi vermeniz mümkün müdür?
Konya’da mevcut yapıların dönüştürülmesiyle elde edilen büyük bir kentsel tasarım projesi ve bir meydan tasarımı üzerinde çalışıyoruz. Konya’da bir kütüphane ve Manisa’da Kurtuluş Savaşı’nda yaşanan bir yangının anlatıldığı bir müze inşa ediyoruz. Erzurum’da büyük bir kayak merkezi tasarlıyoruz. Çanakkale ve Bodrum’da ise farklı ölçek ve dokularda konut projeleri ve yerleşke odaklı işlerimiz bulunuyor.
Deprem için konutlarda çelik yapı mı daha güvenli sizce?
Her malzemenin kendi yerinde kullanıldığı alanlar var. Seçim yaparken sosyal ve ekonomik durumlar da önemli. Çelik yapılar bazı ülkelerde ve durumlarda daha uygun olabilirken, Türkiye’de mevcut koşullarda beton yapı kullanımı daha yaygın ve maliyet açısından daha uygun. Özellikle sosyal konut projelerinde, düşük gelirli aileler için devletin desteklediği projelerde beton, çeliğe göre çok daha ekonomik bir seçenek olarak karşımıza çıkıyor. Çelik yapılar maliyet açısından Türkiye’de pratik olmayabilir çünkü çelik, betonun neredeyse iki katı kadar pahalı. Bu durumun zamanla değişmesi mümkün olabilir. Eğer gelecekte ekonomik koşullar değişir ve çelik yapıların maliyeti düşerse, bu tür yapılar daha ekonomik hale gelebilir. Ekonomiyi belirleyen faktörler arasında malzemelerin üretim biçimleri, kullanım alışkanlıkları, ustalık ve işçilik gibi konularda çok önemli rol oynuyor.