Tasarım Anlayışımız Çevreyi ve İnsanı Temel Alır
Mimar Bünyamin Derman Röportajımız Dörken Sistem sponsorluğunda hazırlanmıştır.
Yeri ve programı değişse de değişmeyen şey çevreyi ve insanı temel alan tasarım anlayışımızdır. Yapının inşa edildiği toprağa, doğal çevreye, kente ne kattığı ile ilgiliyiz. Tasarladığımız yapılar son derece rasyonalist ve sade bir dil içerir.
Bünyamin Bey, 1990 yılında YTÜ Mimarlık bölümünden yüksek lisans derecesiyle mezun olduğunuz günden bu güne mimarlık mesleğine dair bakış açınızdaki değişim ve yine bu süreçte ülkemizdeki yapılaşma faaliyetlerindeki değişim hakkında görüşlerinizi almak ile başlamak isteriz.
Üniversitede okuduğumuz yıllar gençliğin coşkusu ve idealizmi ile dolu olduğumuz, mimarlığı herkes için daha iyi bir dünya yaratmanın nesnesi olarak gördüğümüz yıllardı. Aradan geçen yıllar coşkuyu bir miktar yatıştırsa da mimarlığın değiştirici dönüştürücü gücüne olan inancım değişmedi. Ancak öğrendim ki bu güç farklı ellerde farklı dünyalar yaratmaya vesile oluyor, değişim bazen olumlu bazen olumsuz yönde oluyor. 90’lı yıllar küreselleşmeyi büyük bir coşkuyla kucakladığımız yıllardı. Yerelliğin ortaya koyduğu çeşitliliğin yerini alan küresel değerler insanların beklenti ve beğenilerini birbirlerine yakınlaştırırken dünya her zamankinden daha büyük bir pazar oldu. Gelişmiş ülkelerin yatırımcıları, bankaları, mimar, müteahhit vb. firmaları dünyanın farklı ülkelerinde iş yapmaya başladı. İlk zamanlar bu durum yerel işletmeler için çetin bir rekabet ortamı doğurdu çünkü şartlar eşit değildi. Bir süre bunu tecrübe ettik. Birçok büro yabancı büroların yerli partneri olarak işler yaptı. Büyük ölçekli projeler, yüksek yapılar inşa edildi, pek çok bakımdan öğretici süreçlerdi. Sonra siyasi erkin inşaat sektörünü ekonominin lokomotifi olarak görüp desteklemesiyle iş hacmi arttı ne var ki iş yapma kültürü hâlâ belli bir kalite ve standarda ulaşamadı. Deprem sonrası başlayan kentsel dönüşüm master plandan yoksun bir kent planlamasıyla rantsal bir faaliyete dönüştü. Kentler altyapı ve çevre sorunlarına teslim olurken niteliksiz yapılaşma ve tahrip edilen doku nedeniyle kimliklerini yitirdiler.
Önemli projelere imza atmış, birçok mimarın yetişmesine katkı sağlamış Türkiye’nin tanınmış mimarlarındansınız. Bu başarınızı nelere borçlusunuz? Bu kapsamda mimar adaylarına önerileriniz neler olur?
Mimarlık insanın hayatına değen bir uğraş, yaşama dair bir olanaklar alanıdır. Benim için kendimi ifade edebildiğim, ben olduğum yer. Belki de bu nedenle onu işimden öte hayatımın bir parçası olarak görüyor, onunla yaşıyorum. Biz mimarlar geçmişle bugünü buluştururken bugünden geleceği tasarlar, tasarladığımız mekânlarla insanlara yaşantı sunarız. Bu olanak hem mimarların elindeki güç hem de yüklendikleri büyük sorumluluktur. Mimarlık, eğitimi okulla sınırlı olmayan, gözlemleyerek, düşünerek, üreterek süregiden, emeği ağır, heyecan, tutku ve çokça sabır gerektiren bir uğraş, uzun soluklu bir koşudur. Yol aldıkça (deneyim kazandıkça) daha az efor harcar, daha çok keyif alırsınız. Hedef koymalısınız; sabretmek, her şeye rağmen sevmek, mücadele etmek zorundasınız. Her şey emek ister ve emek verilen şey değerlidir.
Akademik hayat ile profesyonel bir mimarın hayatını nasıl paylaştırıyorsunuz? İkisi arasındaki denge ve iletişimi nasıl kuruyorsunuz?
Mimarlık, düşüncelerinizin yaşam pratiği içinde test edilebildiği özel bir alandır. Siz, kullanıcılar için yaşam alanları tasarlarsınız. Öngörülerinizle şekillenen mekânlar kullanıcının yorumuyla evrilir. Bu deneyim sonraki üretimlerinize yön verir; diyalektik bir süreçtir. Bu nedenle mimarlık pratiğini çok önemsiyorum. Akademik ortam ise tecrübelerimizi öğrencilerimizle paylaşabildiğimiz, onların merak ve enerjileriyle yenilendiğimiz bir yer. Ben bu iki alanın beni tamamladığını düşünüyorum.
Bir projeyi hayata geçirirken ki temel değerleriniz ve tasarım felsefeniz hakkında bilgi alabilir miyiz? Mesleğinizi icra ederken kırmızı çizgileriniz var mıdır?
Heidegger, ‘’Bir çevresel gerçekliği bir yere dönüştürmek, onun gizil varlık potansiyelini görünür kılmaktır’’ der. Sanırım bu ifade her şeyi özetler. Bir yapı inşa edildiği toprakta zaten hep oradaymış gibi görünüyorsa, başarı oradadır. Her projeyi bizi geliştirecek bir okul olarak kabul ederiz. Yeri ve programı değişse de değişmeyen şey çevreyi ve insanı temel alan tasarım anlayışımızdır. Yapının inşa edildiği toprağa, doğal çevreye, kente ne kattığı ile ilgiliyiz. Tasarladığımız yapılar son derece rasyonalist ve sade bir dil içerir. Projenin gücü, bu yalınlık içinde saklı olan yaşantı zenginliğindedir. Yapı programı, bir kütle içinde ifade bulurken, bu biçimlenişin, bulunduğu topoğrafyayla ve çevrenin fiziki ve tarihi referansları ile doğru ilişkiler kurması, aidiyet oluşturması gerekir. Aynı zamanda bugünün inşa faaliyetlerinin geleceği biçimlendirdiği gerçeğiyle, yapılar, bugünün diliyle, teknolojisiyle yapılmalı, evrensel bir duruş ve tazelik taşımalıdır.
Bugünün inşa faaliyetlerinin geleceği biçimlendirdiği gerçeğiyle, yapılar, bugünün diliyle, teknolojisiyle yapılmalı, evrensel bir duruş ve tazelik taşımalıdır.
Gelişen teknoloji dünyamızı hızla değiştiriyor ve dönüştürüyor. Bu değişim mimarların üretiminde ve iş yapış şekillerinde neleri değiştirecek?
Bir süre önce okuduğum bir makalede yakın gelecekte teknolojinin hayatımızı nasıl değiştireceğinden ve pek çok mesleğin tarihin tozlu sayfalarında kalacağından bahsediliyordu. Bu sona direnen birkaç meslekten biri tasarımdı çünkü tasarım iyi etüt, araştırma ve teknik donanımın yanında derinlikli bir bakış ve yaratıcılık gerektiriyor. Mimarlığı bir tasarım faaliyeti olarak görürsek, ki ben öyle görüyorum bu durumda gelecekte de mimarlar olacak diyebiliriz. Tasarımın özü değişmemekle birlikte mimarlar teknolojiden gelecekte bugünden daha fazla yararlanacaklardır.
Ülke olarak son zamanda sıkça yüzleştiğimiz bir gerçek var, deprem. Farklı kullanım amaçlarına yönelik pek çok başarılı proje hayata geçirmiş bir mimar olarak bu korkutucu gerçek hakkındaki görüş ve önerilerinizi almak isteriz.
Türkiye yüzlerce yıldır coğrafi konumu ve topoğrafik özellikleri nedeniyle deprem gerçeğiyle yaşıyor aslında. Fakat 1999 İstanbul depremi bizim için milat oldu. Böyle acılar yaşanmasın diye riskli yapıların yıkılıp yenilenmesi gündeme geldi ancak bu faaliyetler merkezi ve yerel erkin el birliği ile belli bir master plan ve program çerçevesinde ele aldığı bir çalışma olamadı maalesef. Kentsel dönüşüm ülke genelinde inşaat sektörünün canlanmasına vesile olan bir ekonomik faaliyete dönüştü. Ocak ayının sonunda Elazığ’da yaşanan deprem İstanbul depreminden bu yana yapılan onca inşaata rağmen ülkenin depreme hazırlık yönünden deyim yerindeyse bir arpa boyu yol aldığını gösterdi. Evet deprem bu ülkenin gerçeği ne var ki şayet kentinizin altyapısı doğruysa, yapılarınız yapılaşmaya uygun zeminde ve deprem şartlarına uygun sistemlerle inşa edilmişse, deprem anında ve sonrasında halkın yaşadıkları yere yakın yeterli sayıda toplanma alanları, bu alanlarda acil ihtiyaçların karşılanabileceği istasyonlar varsa afetlerin yıkıcı etkilerinden bir ölçüde de olsa korunmak mümkün olabilir.
Her malzeme tasarımın ruhuna karşılık verebildiği ölçüde anlam kazanır. Ben malzemeyi bir tasarım bileşeni olarak kabul ederim.
Sizin için malzeme nedir, malzeme seçim süreçleriniz nasıl işlemektedir? Sizin kullanmayı en çok sevdiğiniz yapı malzemeleri hangileri? Malzeme sektörü son yıllarda yeşil sertifika sistemlerine yatırım yapıyor. Bu sertifikalar uygulama aşamasında ve uygulama sonrasında beklenen karşılığı buluyor mu?
Her malzeme tasarımın ruhuna karşılık verebildiği ölçüde anlam kazanır. Bu nedenle malzemenin sahip olduğu özelliklerle bir tasarıma yaptığı katkı kadar tasarımcının onu doğru yerde kullanması da önemlidir. Ben malzemeyi bir tasarım bileşeni olarak kabul ederim. Tasarladığım yapı eskizlerimde kütlesel olarak biçimlenirken aynı zamanda onun strüktürünü, kabuğunu malzemesiyle birlikte düşünürüm. Malzeme seçimlerimde dikkat ettiğim bir diğer husus olabildiğince geri dönüşümü mümkün olan taş, ahşap, cam gibi doğal malzemeleri kullanmaktır. Bunların içinde cam görme ve gösterme gibi iki eylemi de karşılamasıyla ilginç gelir bana. Mimarinizi biçimlendirirken, işlevselliği haricinde estetik olarak da yararlandığınız bir malzemedir ve cam teknolojisindeki gelişmeler bugün tasarımcılara büyük olanaklar sağlamaktadır. Cam artık, duvar, döşeme, kabuk gibi yapının her yerinde ve pek çok farklı amaç için kullanılan bir malzeme olmuştur. Tasarladığımız yapılar inşa edilirken doğru detaylar ve doğru malzeme ile yol almak zorundayız. Aksi halde hem yapının ömrü kısalır, hem kullanıcısı için sıkıntı olur, ayrıca görünümünde de istenmeyen sonuçlar oluşur. Bu nedenle tasarımın ruhuna uygun ve kaliteli malzeme ile çalışmak önemlidir. Son yıllarda malzeme teknolojisindeki yenilikler arasında yeşil sertifikalı ürünler de var. Sertifikalar özendiricidir, pazar avantajı sağlar. Ama gönül ister ki, insan sağlığını korumayı ve dünya üzerindeki yaşamın sürdürülebilirliğine katkı sağlamayı vaat eden bu malzemelerin kullanımı bir ayrıcalık değil, gereklilik, bir standart olsun. Ne var ki yatırım maliyetleri yüksek, geri dönüş süresi uzun olunca bu malzemelerin geniş kitleler tarafından kullanım imkânı mümkün olamamaktadır.
Yapı sektöründe son yıllarda bir sürdürülebilirlik eğilimi görülmekte. Siz bu eğilimi nasıl görüyor ve değerlendiriyorsunuz?
Dönem dönem bazı kavramlar çokça konuşulur, modadır yani. Ben ülkemizdeki durumu biraz böyle görüyorum. Bir pazarlama vitrini gibi. Yine de hangi şekilde olursa olsun bu kavramların çokça konuşulmasının farkındalığı arttıracağını, kullanıcı talep ve davranışlarını olumlu yönde değiştireceğini düşünüyorum. Dünyada uzunca bir süredir gündemi belirleyen sürdürülebilirlik kavramı tek başına çok geniş bir alanı kapsıyor. Bunların içinde çevresel sürdürülebilirlik, fiziksel, mekânsal ve zamansal boyutuyla, kapsama alanı en geniş olanı sanırım. Çevre, biz mimarlar için tasarladığımız yapılara referans oluşturan önemli bir veridir, bazense tasarımın kendi nesnesidir. İçinde yaşadığımız yerdir. Bu bağlamda eko tasarım, bugünden geleceğe, insan eliyle kotarılan her inşa faaliyetini kapsayan çok önemli bir tasarım konusu olacaktır. Bundan sonra inşa edilen binalarda doğal iklimlendirmeye imkân sağlayan yeşil çatıları, enerji ihtiyacının doğal yollardan karşılanması için yapı yüzeylerinde solar ve fotovoltaik panelleri, yağmur suyu ve diğer kullanım sularının yeniden kullanıma uygun hale getirilmesini sağlayan, katı atıkların geri dönüştürülerek enerji üretiminde biokütle olarak kullanımına olanak veren altyapı sistemlerini, alan içinde enerji ve rüzgâr tribünlerini daha çok göreceğiz. Ekotasarım bugünün popüler konusu gibi görünse de aslında çok eski bir kavram. Dünyanın eski ve yerel kültürlerindeki yapı yapma gelenekleri incelendiğinde, örneğin Yemen mimarisine baktığınızda, coğrafyanın ve iklimin şekillendirdiği, doğayla sulh içinde bir mimari ile karşılaşırsınız. Birbirine yakın yapıların oluşturduğu gölgeli dar sokaklar, rüzgârın yapı içinde dolaştırılarak serinlik verdiği rüzgâr kapanları, avlularda su havuzları, ara mekânlar, galeri boşlukları...
Demek istediğim rüzgârı, yeşili (bitkisel peyzaj), suyu kullanarak ya da çift cidarlar, ara mekânlar, cam yüzeylerle güneşi kontrol ederek, doğal iklimlendirmeyi mimari tasarımın bir parçası olarak kullanmak çok eski bir bilgi. Ayrıca yerel ve doğal malzemelerle yapı inşası da öyle. Bununla ihtiyaç duyulan sürdürülebilir ve ekolojik tasarımın %40’lık kısmını karşılıyorsunuz. Kalan kısım için de teknoloji katkı koyuyor diyebiliriz. Ancak gerçek manada bir sürdürülebilirlik için konuya kentsel ölçekte yaklaşmak gerekir. Bu da, kent planlaması yapılırken, nüfusun iş ve ikamet alanları arasındaki gidiş gelişlerinde trafikte geçirdiği süre içerisinde taşıtların neden olduğu egzoz salınımına kadar irdelenmesi gereken bir konudur. Üst yapı kararları verilirken kentin yeşil alanlarının, su havzalarının, rüzgar koridorlarının korunması, yoğunluk artışının getireceği altyapı yükünün vs. düşünülmesi gerekir. Başka bir ifadeyle sürdürülebilirlik yapının sahip olduğu çevreci özellikler kadar yerinin, yüksekliğinin, yoğunluğunun da doğru olması ile ilgilidir ve bu da planlama kararlarıyla belirlenir.
Mekân, zaman ve gerekli malzemeleriniz ile sınırsız ve özgürce üretmek için sabırsızlandığınız bir hayaliniz, bir öykünüz, projeniz var mı?
Konu ve ölçeği ne olursa olsun mümkün olduğunca düşüncelerimi, mekân anlayışımı, kente yaklaşımımı anlatabileceğim projeler üretmeye çalıştım. Bundan sonra da benim için anlam üreten işler yapmak isterim.
Göztepe Gürsel Aksel Stadyumu’nun 650 metrelik yürüyüş parkurunun da bulunduğu yeşillendirmeli çatılarında DELTA-FLORAXX TOP Yeşil Çatı Drenaj Sistemi tercih edilmiştir.
Gürsel Aksel Stadyumu Göztepe Kulübü için, eski stadyumun yerine, İzmir’in Konak ilçesinde konumlanmak üzere günün ve şehrin ihtiyaçlarına göre UEFA ve Futbol Federasyonu kriterlerine uygun şekilde tasarlanmış karma kullanımlı bir yapıdır. Stadyumun bulunduğu alan çevresinde yoğun şekilde konut yerleşimi bulunmaktadır. Bu nedenle yapının on beş gün ara ile kullanılan bir stadyumdan çok çevresi ile 7/24 etkileşim halinde olabilecek bir yapı olması öngörülmüştür.
Gürsel Aksel Stadyumu’nda futbol sahası alışılmışın dışında, zeminden 670 cm kadar üst kotta konumlandırılarak, yılın her günü çevresi ile ilişki kuracak fonksiyonlara yer açılmıştır. Stadyum bulunduğu çevrede spor merkezi olmanın dışında; çocuk eğlence merkezleri, yeme-içme alanları, spor müzesi, sergi alanları, kapalı otoparkı ile de çok yönlü hizmet vermek için tasarlanmıştır. Ana caddeden stadyuma yaklaşılan cephede stadyum önünde bulunan ofis kullanımı için ön görülmüş kütle, zeminden koparılarak stadyumun zemin katı ile meydan ilişkisi sürekli kılınmış ve açık alan kullanımı maksimize edilmiştir.
Stadyumun çelik çatısı, yoğun konut dokusu içinde çevre sakinleri için bir kaçış ve nefes alma alanı olarak değerlendirilmiştir. Bu bakış açısına bağlı olarak çatı yeşil çatı olarak tasarlanmış ve yürüme parkurları ile çatı üzerinde dolaşıma imkân sağlanmıştır.
Gürsel Aksel Stadyumu’nun konut dokusu içinde yer alacak bir stadyum olduğuna dikkat edilerek cephe tasarımında yansıtıcı olmayan, bulunduğu dokuya uyum sağlayacak ve konut yapıları ile stadyum arasında bir tül görevi görecek düşey prekast cephe elemanlar kullanılmıştır.
Gürsel Aksel Stadyumu 20000 kişi kapasitelidir. Batı yönünde 1983 adet kapasiteli protokol ve vip tribünü, basın tribünü, 24 adet loca ve sporcu alanları bulunmaktadır. Kuzey, güney ve doğu yönlerinde ise kesintisiz şekilde seyirci tribünleri bulunmaktadır. Zemin katta batı yönünde vip, protokol ve sporcu girişleri ile otopark girişleri yer almaktadır. Kuzey, güney ve doğu cephesi zemin katında çevre sakinlerine hizmet verecek yeme-içme alanları ve sosyal alanlar bulunmaktadır.