Çözüm Daha Fazla ‘İnsana Dair’ Düşünmekten Geçiyor...
Ali Hızıroğlu
ERA Şehircilik Mimarlık
EAE Aydınlatma Sponsorluğunda
Günümüzde çok fazla görsel odaklı yaşıyoruz, diğer duyularımızı bir kenara bırakma halimizden hem birey olarak hem de mesleki anlamda rahatsızım.
Öncelikle sizi ve ekibinizi biraz tanıyabilir miyiz?
Era Mimarlık 1972’de Ertun Hızıroğlu tarafından kuruldu, birkaç arkadaş bir araya gelerek o dönemin ağırlıklı faaliyet alanı endüstriyel yapılar üzerine çalışıyorlardı ve zaman içerisinde farklı disiplinleri de bünyelerine dahil ederek karma bir ekip meydana getirdiler. Günümüzde de ekipte sadece mimarlar yok, yine karma bir yapımız var; mühendisler ve farklı disiplinlerden profesyonellerle değişik hizmetlere hitap edebilen bütüncül bir kurgumuz söz konusu. Farklı uzmanlık alanlarından profesyonellerin bir arada uyum içinde çalışmasına ve bunun özenle koordine edilmesine dayanan bir prensiple yenilikçi mimari çözümler için çalışıyoruz. İstanbul’un yanı sıra 2000 yılından beri Paris’teki ve 2011’den beri de Pekin’deki ofislerimizde yaklaşık 100 çalışanımızla her projeyi, işlevsel, estetik ve sosyal değerler açısından bulunduğu coğrafyaya özel, tasarım odaklı inovatif yöntemlerle hayata geçiriyoruz.
Mimarlık aileden ötürü aşinalık taşıdığım bir ortamdı fakat tabii her bireyin kişisel bir takım duyarlılıkları ve verileri oluyor, dolayısıyla içine doğduğum bu ortamın dışına çıkmak da doğal bir süreç olarak gelişti. Lisansımı Fransa’da tamamladım. Ölçekle ilgili merakımdan dolayı ise Amerika’da kentsel tasarım üzerine master yaptım. 2000’lerin başında Era Mimarlık bünyesine katıldım. Türkiye, Romanya, Fransa, Çin gibi ülkelerde farklı projelerin şantiyelerinde, birçok orta ve üzeri ölçekte ticari, ofis, endüstriyel, karma işlevli ve kentsel içerikli projenin konsept, tasarım geliştirme ve uygulama aşamalarında deneyim kazanma fırsatım oldu.
Mimarlığın sürdürülebilirlik ve ekolojik boyutu ile ilgili ülkemizde yapılan çalışmalarda bu kavramların doğru algılandığını ve uygulandığını düşünüyor musunuz?
Mimari tasarımın temelinde aslında bu konuların hepsi mevcut. İyi bir tasarım bu kriterlere esasen değinmemezlik edemez. Tabii ki çok güzel çalışmalar yapan ekipler, bireyler elbette var ama geniş bir kitle tarafından net olarak doğru algılandığını düşünmüyorum; birçok mevzuda olduğu gibi bu konuda da bir sapma söz konusu. Sürdürülebilirlik terminolojisi ve bu kavramların içeriğine dair bir ilgisizlik ve bilgi eksikliği de hakim. Genel eğilim daha çok ambalaja odaklanıp esası kaçırmak yönünde olduğundan ortaya çıkan örneklerin literatüre geçecek yeni ufuklar açıcı olmasını temin etmek de pek kolay olmuyor haliyle. Ayrıca hem dünya genelinde hem de ülkemizde yaşanan ekonomik zorlukların artmasıyla denenmemişi denemek isteyen, diğer bir deyimle “maceraya atılmak” arzusunda olan işverenler ve hatta teknik profesyoneller dahi oldukça az sayıda. Dolayısıyla bu kavramları teknik anlamda mimarinin içerisine entegre etmek konusunda yurtdışı örneklere nazaran ortam oldukça geriden seyretmekte diyebiliriz.
Esasen yurtdışı örneklerin gelişimini incelediğinizde ortak bulduğum bir nokta var; o da 2008 yılında yaşanan global ekonomik kriz ile birlikte dünyanın gelişmiş ülkeleri için artan biçimde yeni bir pazar yaratma ihtiyacı doğduğu. Küresel ısınma gibi önemli bir sorunun ayırdına varıp, sıkıntıda olan ekonomik düzeni yeniden canlandıracak bir araç olarak değerlendirmeyi seçen ülkeler bu yönde araştırma geliştirmeye müthiş kaynaklar ayırdılar. Bir yandan sertifikasyon ve yönetimsel ayağını endüstriye entegre ederken, kamuoyunun da farkındalığının artmasıyla birlikte bu yöndeki tasarımların da adedi ve nitelikleri de yükseldi. Çevreye daha az zarar verecek şekilde hem bugünü hem yarını düşünen yapılar tasarlamak, üretmek ulaşılabilir hale geldi, aynı zamanda ülkelerine katma değer kazandıran bir yapı da oluştu.
Temelinde çok basit bazı prensipler, yapı endüstrisinin ve hem yerel hem merkezi yönetimlerin işleyişine taşınabilse, kamuoyunda sadece geleceklerine dair değil çok yakın hatta bugün için de hayat kalitelerini artıracak kamusal alanlardaki projelerle örnekleyen kısacası bu meseleye dikkat çekecek, özendirecek işleri ortaya çıkartmaya destek olunsa değişim sağlanabilir. Bir kez kamuoyu sıkı biçimde talep etmeye başlarsa gerisi hızlanarak gelecektir diye düşünüyorum.
Kısacası, mimari tasarımdan öte, daha iyi bir çevre istiyorsak, çocukların ve gençlerin eğitiminde bu olguların yer alması ile farkındalığı yeşertmek; değişimin kalıcı olmasının ve yenilikçi fikirlerin oluşmasının temin edebilmesinden geçiyor kanımca. Toprakla hiçbir bağı olmadan, doğayı deneyimlemeden büyümek ve yaşamak zorunda kalan milyonları düşündüğünüzde tabii ki bir yandan da kültürel alt yapının geliştirilmesi lazım. İnsan ve doğa sevgisini hissetmekte zorlanan bir toplumun sadece sertifika alarak o noktaya varabileceğini düşünmüyorum. Meseleyi sadece binaların enerjiyi iyi optimize ediyor olmasına indirger, çevre dostu olmayı da her binayı olur olmaz sentetik malzemeler ile mantolamak zannedersek daha gidecek çok yolumuz var demektir.
Şehirlerin oluşumunda yapıların daha hafif, daha az malzeme kullanan, kolay demonte edilebilir ve hatta hareketli dahi olabildiği tasarımlar oluşturulabilir diye düşünüyorum.
Mimarlar olarak insanların içinde sağlıklı yaşayabilecekleri, mutlu ve huzurlu olabilecekleri yapılar üretmek gibi oldukça büyük bir sorumluluğunuz var, bu sorumluluğu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bahsettiğiniz konuda çalıştığımız gruplara bu konunun önemini elimizden geldiğince aktarmaya gayret ediyoruz. Aynı konuyu Çin’deki projelerimizde de gündeme getiriyor ve yeri geliyor mentorluk yapmak gibi bir görev üstlenmiş olarak bulabiliyoruz kendimizi. Yapılarda en temel konu insan iken, çok da fazla ön planda tutulduğunu düşünmüyorum. Maksimum metrekarenin maksimum kazanç getirdiğinden herkes çok emin; ne gibi fırsatların kaçtığı ise göz ardı ediliyor çoğunlukla.
Çevre ve insana dair ağırlıklı olarak eğer yapıda ekonomik bir fayda sağlanabilecek ise bir adım atmaya yaklaşıyorsunuz. Hal böyle olunca da kurumsal olarak bunu misyon edinmiş veya geleceği görerek iyi izler bırakmayı içselleştirmiş kişilerle çalışıyor olmanız gerekiyor. Hem toplumun hem de devletin bu konuda daha duyarlı ve kararlı hale gelmesi için iyi örneklerin çoğalmasına katkıda bulunmaya gayret ediyoruz.
Her konuda çok sık fikir ve yön değiştiren bir yapımız var ülke olarak. Dolayısıyla binaların da 20 – 30 sene ancak ömürleri olup olmadığı dahi tartışma konusu. Böylesi bir ortamda belki de bu kadar hızlı, bu derece ağır ve büyük yapılar yapılmamalı; ihtiyaçlar, değişimler gözlemlenerek daha farklı yaklaşımlar geliştirilebilir. Örneğin şehirlerin oluşumunda yapıların daha hafif, daha az malzeme kullanan, kolay demonte edilebilir ve hatta hareketli dahi olabildiği tasarımlar oluşturulabilir diye düşünüyorum.
Kentlere kimlik kazandıran, onları tanımlayan ‘binalardır’ diyebiliriz. Peki binaların cephe örgüsü, malzeme dili ve kent dokusu ile kurduğu ilişki sizce nasıl olmalı?
Her şehrin doğasına, coğrafyasına, topografyasına göre kendine özgü bir yapısı var. Çevremizi ağırlıklı olarak oluşturan yapılar ya devlet eliyle yapılıyor ya da büyük hacimli yatırımlar oluyor ve bu yatırımların ana girdisi yine insan değil. Planlarda büyük çoğunlukla kopyala / yapıştır yöntemiyle ilerlenen bir tasarım süreci var. Dolayısıyla cepheler de böyle ortaya çıkıyor. Cephelerin içerideki yaşama dair kurgulanmadığını hissediyorum. Maalesef yeni yapılan binalarda da aynı sıkıntı söz konusu, binalar dev boyutlara gelmiş durumda ve şehir yaşamı ile ilişkileri çok zayıf. Hatta eski yapılar eksiklerine rağmen bazı yönleriyle daha insancıl diyebilirim.
Bir kimlik karmaşasını toplum yaşarken şehirlerin de bundan fazlasıyla payını alıyor olması aslında şaşırtmamalı bizleri sanki. Kent dokusu bir kültür ve kimlik ürünüdür. Eğer bu ikisinin tanımı bir oransız karışım haline gelmiş ve düzenleyici kurumlar da etkisiz veya öngörüsüz şekilde hareket ediyorlarsa cephelerinizi istediğiniz kadar özenli tasarlayın tek başına bir yapının ne ölçek anlayışı, ne malzeme bütünlüğü, ne detay özeni pek de bir varlık gösteremez.
Cephe tabii ki çok önemli bir ara yüz ve enerjinin de ötesinde sosyal anlamda cidarın içeriyle, dışarıyla ve çevreyle olan ilişkisi açısından, daha etkileyici ve etkin olabilmesi için ekonomik verilerin arkasına saklanan kolaycılık alışkanlığımızdan toplumca vazgeçmeye zorlamamız gerekli kendimizi. Niceliğin vazgeçilmez çekiminin karşısında niteliğin gücünü küçük görmekten vazgeçtiğimizde bu sorunların kaybolmaya başladığını hep birlikte yaşayarak görebileceğiz.
Bu sayımızda ofis binalarını ve ofis tasarımını mercek altına alıyoruz. Günümüzde işin tanımı değişiyor, çalışanlar değişiyor, dolayısıyla gelecek nesil için ofis alanlarını tasarlamamız gerekiyor. Gelecekte ofis tasarımını etkileyecek unsurlar sizce nelerdir?
Aslında ben kuşak tanımlaması ile ilgili tereddütleri olan birisiyim çünkü insanları sınıflandıran ve yönlendiren bir yapısı var. Son 7-8 yıldır özellikle akıllı telefonlarla başlayan süreçten itibaren müthiş bir hızla özellikle sosyal anlamda değişmeye başladık. Bunun yanı sıra büyük şehirlerde ulaşım katlanılamaz bir problem haline gelmiş durumda. Bu yüzden Türkiye’nin büyük şehirlerindeki ofis kavramı, hızla değişen sosyal yaşantı ve ulaşım zorluğu üzerinden değişecek. Uzaktan çalışmayı tekrardan kendimize göre keşfedeceğiz ve çalışma alanlarının bu kadar büyük olmasına gerek kalmayacak gibi. Yine de insanların birlikte olmaları ve paylaşımda bulunmaları şart diye de düşünüyorum, ancak belirli saatler içinde çalışma kısıtlamasının değişebileceğine inanıyorum.
Paylaşım ekonomisinin geliştiği, sosyal anlamda yönlendirmeye başladığı bir dönemde artık eskiden olduğu gibi odam, masam olsun şeklinde bir sahiplenme arzusunu geride bırakabileceğimizi düşünüyorum. Dolayısıyla tasarımlar nesnelere bağlı bir ofis yaşamından ziyade çok daha esnek, sosyal iletişime dayalı bir ofis ortamı fikrinden beslenecek. Ekonomilerin hareketi, firmaların ebatlarının ve yaptığı işlerin içeriğinin değişkenliği üzerinden de birtakım farklılıklar oluşacak. Dolayısıyla “yapayım da içinde otuz sene oturalım” şeklinde bir mantığın yaşaması büyük ölçeklerde pek mümkün görünmüyor.
Bu saydıklarımın bir kısmının denenmeye başlandığını düşünüyorum, ancak örneğin açık ofis kavramı da çok yeni bir olgu olmamasına karşın bazı noktalarda hala zorlanılıyor. Sürekli ekip olarak birlikte üretmek kadar çalışanların farklı özelliklerini de dikkate alabilen, tekil olarak da düşünüp konsantre olabilecekleri çalışma ortamları kurgulayabilmek gerekiyor.
Yapıların ebatlarının büyümesiyle birlikte son kullanıcı ile tasarımcı arasındaki mesafe de artmış durumda. Yatırımcıların maksimum m2’yi elde etme arzusuna, yönetmeliklerin ve uygulayıcılarının yaşamın ihtiyaçlarını, ekonomik, teknolojik ilerlemelere nazaran oldukça geriden takip edebiliyor oluşu da eklenince, son kullanıcı için düşünülmüş mekanları hayata geçirmenin büyük bir çaba ürünü olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin ofislerde de talepler ve memnuniyetsizliklerin çözümlenebilmesi adına kalabalık çalışan kitleleri için özel ekip kurulup, yorumlar alınarak düzenlemelere gidilebiliyor. Daha mutlu olan çalışanların, bu sayede performansının yükselebildiğinin gözleniyor olması aynı tip sorunları yaşayan farklı firmaları da konuya özen göstermeye yönlendiriyor.
Sürdürülebilirlik ölçütlerine uygun olarak tasarladığınız, işlevi gereği kompleks teknolojilerin entegrasyonunu da gerektiren Garanti Teknoloji Kampüsü hakkında bilgi alabilir miyiz?
Proje ile Garanti Bankası’na ait Garanti Teknoloji kuruluşu tarafından hazırlanan veriler doğrultusunda firmanın 4000 çalışanı için yeni bir kampüs alanı oluşturulması hedeflenmekteydi. Tasarım esnasında farklı bir öneri getirerek birbirinden tümüyle kopuk bağımsız yapılar yerine daha bütüncül bir yaklaşımı tercih ettik, o da kabul gördü. Ağırlıklı olarak bölüntülerin dönem dönem değiştirilebileceği, daha serbest plan ağırlıklı bir çalışma oldu.
Yapı Pendik’te E5, TEM arası bağlantı yolu üzerinde, eski Alemdar Kimya fabrikasının bulunduğu arazide yer almakta. Çevresindeki topoğrafyadan ve konumundan esinlenen bir yapı Garanti Teknoloji Kampüsü. İnşai olarak da mekânsal kurgu anlamında da çok katmanlı, sürprizli bir yapıya sahip. Esasen yapıdan, tasarladığımız bir topoğrafya üzerinde yükselen avlular, bunların etrafında şekillenen çalışma ve toplantı alanları ile bu topoğrafyanın tepeleşerek oluşturduğu boşlukları kafeterya, oditoryum, eğitim ve spor salonları, arşiv alanları, data merkezi gibi muhtelif işlevlerin sahiplendiği; açık ve dolaşım alanlarının da bu yüzey hareketlerini takip eden bir kurgu olarak söz edebiliriz.
Çalışanlarına çalışma saatlerinde hem içeride hem dışarıda çalışma ve dinlenme olanağı tanıyan, şeffaf olmalarına rağmen gün ışığını mekanların içerisine kontrollü biçimde alarak, enerjiyi aktif ve verimli kullanacak cephe tasarımlarıyla bir kampüs oluşturuldu. Tabii ki altyapı anlamında gün ışığı, aydınlatma, ısıl farklılıklar, kullanıcı yoğunluğu gibi çeşitli koşullara göre kendini ayarlayabilen sistemlerden, data ve diğer altyapılara kadar birçok yöntem de tasarımın bu mekânsal kurgusunun eki değil bir parçası olarak sürecin başından itibaren projeye dahil edildi.
Yapı, kullanılan malzemelerin çevreye zararlı olmamaları, yeşil alanların yerel türler ve az su tüketecek tiplerde seçilmeleri, yağmur ve gri suların toplanarak peyzajda yeniden değerlendirilmesi, atık yönetim sisteminin entegre edilmesi gibi muhtelif unsurları da içerisinde barındırmakta. Şantiye başlangıcında arazi üzerinde bulunan eski fabrika yapıları yıkılırken, geri dönüşüm için özel olarak beton, çelik, kablolar, cam, plastik vb tüm malzemeler ayrıştırıldı. Bir kısmı sertifikalandırılırken, bir diğer örneğin yıkımdan elde edilen beton kırılarak dolgu malzemesi olarak değerlendirildi. İnşaat başlamadan önce zemin kirlilik seviyeleri ölçülerek yapının ileriye dönük sağlığı için de tespit çalışmaları yapıldı. LEED Gold sertifikasını da almak üzere tasarımdan başlayan ve yapı tamamlanana kadar devam edecek olan bir çalışma da mevcut. Midek/ERA ekibi olarak, 2017 yılında tamamlanmasını beklediğimiz yapı, ümit ediyoruz ki hem çalışanların çalışma koşullarına, hem de çevrenin gelişmesi adına olumlu katkılarda bulunur.
Yapı malzemeleri yaşam döngülerinin her evresinde farklı çevresel etkilere sebep olabilir. Bu bağlamda sizce malzeme seçiminde öne çıkan kriterler neler olmalı?
Bu konuya dair bir takım temel unsurlar var. İklim koşullarını gözeterek malzeme seçimi yapmak, yerel malzemelere öncelik vermek, üretiminde daha az enerji harcanan ve doğada kaybolması zor olan ve çevreye zarar verdiğini bildiğimiz malzemelerden uzak kalmaya çalışarak çevreye etkiyi optimize etmek mümkün. Yanı sıra tabii daha verimli malzeme seçimleri yaparak, tasarım kararlarından itibaren hem inşaatın hem yapının yaşam döngüsünü içine alacak biçimde yaklaşmak ve uygulamak gerekli. Çevre dostu yapı üretimini düzenleyici sertifikasyon sistemlerinin getirdiği standartlar da tercih edenler için iyi birer kılavuz görevi görebilir.
Peki sizin kullanmayı en çok tercih ettiğiniz yapı malzemeleri hangileri?
Tekil olarak bir malzemeyi sevdiğimi veya tercih ettiğimi söyleyemem. Ben kombinasyonlara, koşullara ve ihtiyaca göre seçimler yapılması gerektiğine inanıyorum. Betonu, camı, ahşabı, çeliği çok seviyorum diyebilirim ama malzemeyi işleyecek yeterli donanım, kültür olmadığı takdirde sonuç da hayal ettiğinizden çok ötede kalabiliyor. Çoğu mimarın da ifade ettiği gibi malzemenin doğal olması, dayanıklı olması ama aynı zamanda yaşanmışlığı yansıtması, bunlar çok önemli özellikler ancak her zaman kullanıcının ihtiyacına cevap veremeyebiliyor. Tercih edeceğim malzeme hem kullanıcıda deneyimleyeceği bir iz bırakabiliyor, hem de farklı koşullara ve mekânsal kurguya imkan sağlıyorsa o zaman doğru bir seçim haline geliyor diyebiliriz.
Günümüzde çok fazla görsel odaklı yaşıyoruz, diğer duyularımızı bir kenara bırakma halimizden hem bir birey hem de mesleki anlamda rahatsızım. Hayatı, çevremizi birçok farklı duyunun karışımı olarak algılarken, görselliğin yanı sıra diğerlerini de doyurmaya olan ihtiyacımız göz ardı etmemek gerekli. Farklı katmanların bütüncül bir biçimde düşünülüp detaylandırıldığı bir yapıda insan kendini çok daha iyi hissediyor. Kanımca temelde daha iyi bir çevre, tasarımlara ihtiyacı olan süreyi tanıyarak, yine insana dair düşünmekten ve bu doğrultuda hareket etmekten geçiyor.