Kurduğumuz Dünyanın Esiriyiz
Esra Oktay - MSGSÜ Mim. Öğr.
Kapitalist dünyada patron da olsa, kurban da olsa insanlar maddi ihtiyaçlarına tutkuyla bağlanıp düşünmeden onlara esir oluyorlar. Bu, vazgeçmesi gittikçe imkansızlaşan ‘gönüllü bir bağımlılık’. Bugün ne kadar sisteme isyan etsek de bu düzeni lanetlesek de anlamamız gereken bir şey var: bizler de bunun bir parçasıyız.
Küçücük dünyalarında mutluluğu yakalayanlar da, market sepetlerini çocuklarına oyuncak yapanlar da farkında değildir HANGİ DÜNYANIN İZLERİ ÜSTÜNDE YAŞARLAR… Kimininki çok renkli, kiminin siyah beyaz, kimininki tek renk, bir başkasınınki gri tonlarında belki… Hepsi çok farklı birbirinden, birinin ak dediğine öbürünün kara dediği - zenginin, fakirin, hizmetçinin, patronun, duranın, koşanın birbirinden bihaber yaşadığı - bir dünya… Bu dünyaların tek ortak noktası da, onların birbirinden bu denli koparılmasına sebep olanla aynı aslında… Bütün hayatlar onun esiri, onun kurallarına göre oynanır, bütün oyunlar çalınır bütün şarkılar, belki de yaşanır aşklar, en kötüsü savaşlar verilir onun uğruna, yaşlar dökülür gözlerden, sözler biter, yalanlar çıkar sahneye, hırs bürür kanını insanın… Nedir bu, aklı olan herkesi bu kadar elinde tutan, hayatlarına sınırlar çizen, kurallar koyan… Evet, işte o zavallı altın külçeleri bütün bunlara sebep… Yarışlar onun uğruna kazanılsa da galip hep o…
Nasıl mı? Şöyle biraz geçmişe gidelim. İnsanoğlu var olduğundan beri ihtiyaçlarının peşinde koşmak zorunda kaldı ki ne koşuş... Yaşam mücadelesi, barınma, beslenme temel sorunları oldu. Sonra ısınma, aydınlanma derken bir yerden bir yere gitme ihtiyacıyla birlikte belki de ulaşım sorununun temelleri atıldı. (neyse ki tekerlek bulunda da sorun çözüldü (!)). Sonra kendini ifade etmeye çalışan insan dağa taşa kazıdı hislerini… Koskoca dünyada bir avuç insan paylaşamaz oldu doğayı, savunmaya savaşmaya hatta silahlara ihtiyaç duydular. İnsanlık geliştikçe bu ihtiyaç listesi de kabardı kabardı: Eğitim, sağlık, ulaşım, iletişim vs… Ve o günden beri insan, hala ihtiyaçlarının peşinde koşmakta.
Modern çağın temellerinin atıldığı endüstri devrimiyle birlikte insan emeğinin değeri azaldı. Üretim modelleri değişti. Bu, seri üretim ve tüketime dayalı sistem farklı bir yaşam tarzını da beraberinde getirdi. Gelişen teknoloji sayesinde insanların hayatlarını kolaylaştıran buluşlara rağmen biraz daha kısıldı insan zaman kıskacına. Her buluş bir kolaylıkla birlikte gelirken, hayata biraz daha hız katıyordu ve insan hayata yetişmek için çabalarken her defasında geç kalıyordu. O da bırakmıştı artık yetişmeye çalışmayı. Koştukça zamanın arkasında sabah dokuz akşam beş, takati kalmamıştı zamanı kovalamaya. O da, yine bir icadın getirdiği kolaylıkla bıraktı çabalamayı. Eline kumandayı aldı ve hayatı seyretmeye başladı konforlu televizyon koltuğunda. Teknoloji nimeti, altın tepsi içinde sunmuştu insana hayatın tüm güzelliklerini, acılarını, kahkahalarını… ve tabi ki idealize edilmiş insan modelini, yaşamını, inancını, ihtiyaçlarını, tipini de… Bu ideal modelin kullandığı ürün ve yaşam standardı insanlara sevdirerek ve isteyerek dayatılmaktaydı. Bununla ilgili Fransız sosyolog Jean Baudrillard, ‘’Gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda birey, tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. İnsan bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken, bir yandan da tüketim toplumuyla bütünleşir. Dolayısıyla tüketmek birey için bir zorunluluğa dönüşür. İnsani ilişkiler yerini maddelerle ilişkiye bırakır. Artık geçerli ahlak, tüketim etkinliğinin ta kendisidir.’’ demekle haklıydı. Bu, vazgeçmesi gittikçe imkansızlaşan ‘gönüllü bir bağımlılık’tı.
Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi kuramına göre; 5 temel kategoriye ayrılan ihtiyaçlar piramidinin en altında fizyolojik ihtiyaçlar (yeme, içme, barınma), ikinci basamağında güvenlik ihtiyaçları (vücudun, işin, sağlığın, kaynakların korunumu) ve daha sonra sırasıyla ait olma ve sevgi ihtiyaçları (arkadaşlık, aile, sosyal ortam), değer ihtiyaçları (kendine saygı, prestij, başarı) ve kendini gerçekleştirme ihtiyaçları (kişisel tatmin, kişisel başarı, önyargısızlık, sürekli moral) bulunur. Maslow kuramının temelinde piramidin alt basamaklarından başlayarak doyuma ulaşma ve bir üst basamağa geçerek sonraki ihtiyaçları giderme prensibi yatar. Yani genel olarak alt basmaklardaki gereksinimler giderilmeden bir üst basamağa geçilmez. Kuramı bu noktada eleştirenler mevcut olmasına rağmen ben de Maslow’un düşüncelerine katılıyorum ki onun da, bunun kişilerin yaşam standartlarına göre değişiklik göstereceğini inkar etmediğini sanıyorum.
Maslow teorisinin dikkat edilmesi gereken kısmı, alt basamaklardaki ihtiyaçların giderilmeden bir sonraki basamaklardaki ihtiyaçların eksikliğinin hissedilmemesi. Yani eğer barınma, yeme, içme gibi temel ihtiyaçların giderilmediyse kendini güvende hissetmeye ihtiyaç duymuyorsun, sevmek, sevilmek, kendini bir yere ait hissetme aklına bile gelmiyor ki bence de çok haklı. Her durumda olduğu gibi istisnai durumlar olabilir, bazen sevgi güvende hissetmenden ya da karnın doymasından daha öncelikli ihtiyaç olabilir ancak bu, sadece bazen. Bu nedenle istisnai durumları bir kenara bırakıp genele bakarsak kural şaşmaz. Konumuzla ilgili olarak kapitalist dünyada var olan iki insan hayal edelim; biri bu dünyanın patronu, diğeri kurbanı olsun. Şimdi de bu insanları ihtiyaçlarını düşünelim: Biri zenginliğini katlamayı amaç edinmiş, kar etse bir sonraki adımında hayal ettiği, dolayısıyla ihtiyaç duyduğu şey (daha fazla kazanma hırsının verdiği açgözlülükle) karından kar etmek olacak. Fizyolojik ihtiyaçlarının giderilmesiyle piramidin diğer basamaklarındaki birçok eksiğini de hiç çaba sarf etmeden karşılamış olacak. Günümüzde her kapıyı açan para beraberinde güveni, sevgiyi, aidiyet duygusunu, başarıyı da getirecek. Çünkü artık sevilmenin ve başarının ölçüsü sahip olduklarının değeriyle eşdeğer tutulmaktadır. Dolayısıyla sonuçta bu saygıdeğer insan aslında sadece fizyolojik ihtiyaçlarının peşinden koşmaktadır. Diğer insanı düşünelim: aybaşında çektiği asgari maaş ya da biraz daha fazlasıyla, bakmakla sorumlu olduklarının barınma, beslenme gibi yaşaması için gerekli minimum ihtiyaçlarını giderecek. Sonra güven ihtiyacı hissedecek, sağlığını, evini ve diğer sahip olduklarını koruma içgüdüsüyle onlara olan bağlılığı artacak. Sahip oldukları güvende ise sevme sevilmeyi ait olma gibi değerlere özlem duyacak ve bu değerlerin çoğunu bağlılık duyduğu yuvasında bulacak. Ve sıra üst basamaklara geldiğinde belki bir üst pozisyonda çalışan bir başka biri başarıyı arzulayabilecek, çünkü kendisinin kazancı bu kadarına izin verecek. Diğer bir kişiyse başarıyla birlikte ya daha fazla maddiyat arzulayacak ya da bir üst basamak için hazırlayacak kendisini karakteri doğrultusunda.
Kendini gerçekleştirme aşamasına yaklaşmanın koşulu, aslında buna hizmet eden alt basamakları yükseltmemekte yatıyor kanımca. Ne kadar minimumda tutulursa temel ve ikincil gereksinimler, amaca ulaşmak o oranda kolaylaşmakta. Bugün basılan bütün kişisel gelişim kitaplarında, anlatılan başarı hikayelerinde söz konusu olan insanların yoksulluk ve yalnızlığı tatmış, basamakları hızlıca çıkmış olduklarını, kişisel doyum noktasına ulaşarak hayatlarının eserlerini ortaya koyduklarını görürüz.
Varmak istediğim nokta şu: kapitalist dünyada patronda olsa kurban da olsa insanlar maddi ihtiyaçlarına tutkuyla bağlanıp düşünmeden onlara esir oluyorlar. Tüketim toplumunun bir başka bakışla değerlendirilmesi. Fransız yönetmen Jean Luc Godard bir röportajında şöyle diyor: ‘’…Bu tıpkı aralarında bir tasma ipi olan köpekle sahibinin ilişkisine benziyor. Bu ilişkide iki efendi ve iki köle vardır. İki durumda da köpek efendisine aynı şekilde hükmeder ve tersi. Aynı şey uçaklar, otomobiller ve her şey için geçerlidir...’’ Sanırım daha fazla açıklamaya gerek yok. Bu sistemin getirisi bu: insanlar ilk basamakta saplanıp kalıyorlar, düşünmekten yoksun bırakılarak. İşte gördüğünüz görselde de anlatmak istediğim tam olarak bu. Elinde süpürgesi, küreğiyle emeğini ortaya koyan, çılgınca para saçan ya da dondurma satan çöp adam da hep aynı sistem üzerinde aynı sisteme hizmet ederek yaşıyorlar. Üzerlerinde yaşadıkları dünya da sistemin bir parçası. Yok, ettikleri doğanın yerini artık; kurdukları düzen ve sahte bir dünya almış. Bu sistem hayatlarına bir yol çiziyor. Onlarda istesin veya istemesin sistemin çizdiği yoldan çıkma eyleminde bulunamıyorlar. Bugün ne kadar sisteme isyan etsek de bu düzeni lanetlesek de unutamayacağımız anlamamız gereken bir şey var: bizler de bunun bir parçasıyız. Bir yerde okumuştum: bugün ‘kahrolsun kapitalizm’ desen kapitalizm bunu alıp bir T-shirt’e basar. O nedenle kapitalizme küfretmek de çare değil, her birimiz bu saatin birer çarkıyız, saat ileri de gitse geri de kalsa çalışıyor ve saati döndüren yine bizleriz!