Sürdürülebilirlik Üzerine Tasarım, Araştırma, Katılım ve Eylem Laboratuarı: VEIL
Dr. İdil Gaziulusoy, Araştırmacı, Victorian Eco-innovation Lab Faculty of Architecture Building and Planning University of Melbourne idil.gaziulusoy@unimelb.edu.au
Prof. Christopher John Ryan, Victorian Eco-innovation Lab (VEIL) kurucusu ve yöneticisi
cryan@unimelb.edu.au
Sürdürülebilirlik, tek tek ürünlerin, binaların, malzemelerin ya da altyapı elemanlarının sahip olabileceğİ br özellik değil; ama bunların parçası olduğu ve sosyo-ekolojik sistemler ile insan yaratısı olan ekonomik sistemleri de kapsayan bütünsel bir sistem özelliği. Sürdürülebilir tasarım ve inovasyon alanı da gün geçtikçe bu yeni, sistemsel bakış açısını benimsiyor.
Ancak bu yeni anlayışa dayanan araştırmaların yapılması mevcut, geleneksel ve disiplin odaklı üniversite sisteminde oldukça zor. Zira, sürdürülebilirlik problemlerinin ele alınabilmesi için gerekli olan sistemsel bakış açısı disiplinler ötesi (transdisciplinary) araştırma yaklaşımlarını gerekli kılıyor. Dolayısıyla, gittikçe artan bir şekilde, dünya üniversitelerinde niş diyebileceğmiz araştırma grupları ortaya çıkmakta.Yakın bir geçmişte, sekiz sene yaşadığım ve sürdürülebilirlik için sistem inovasyonu alanında doktoramı yaptığım Yeni Zelanda’dan Avustralya’nın Melbourne şehrine taşınarak, Melbourne Üniversitesi, Mimarlık İnşaat ve Planlama Fakültesi bünyesinde bulunan böyle bir araştırma biriminde çalışmaya başladım. Bu birimin adı Victorian Eco-innovation Lab (VEIL). VEIL sisteme odaklı bu yeni anlayışın sürdürülebilir inovasyon ve tasarım alanında gelişip yerleşmesinde önemli bir rol oynamış olan Profesör Chris Ryan tarafından kurulmuş ve yönetilmekte. Chris ile sürdürülebilir tasarım ve inovasyon alanının gelişimi, şehir boyutunda sürdürülebilirlik dönüşümleri ve VEIL hakkında yaptığım söyleşiyi sizler ile paylaşıyorum.
İdil Gaziulusoy: Chris, sen sürdürülebilir tasarım alanında uzmanlaşmış ilk akademisyenlerdensin ve üretim - tüketim sistemlerinde sistemsel dönüşüm gerektiğini 1990’ların başı gibi erken bir zamandan bu yana savunan ilk kişilerdensin. O dönemlerde sürdürülebilir tasarım alanı; sadece geri dönüşüm, malzeme seçimi gibi tasarım kriterleri ile ve genelde tek bir kritere odaklanarak ilgilenmekteydi. Ayrıca bu ilgi üretim süreci ve ürünün kendisi ile sınırlıydı. Sen ve birkaç başka uzman tasarım eforunun bununla sınırlı kalmaması gerektiğini, üretim ve tüketim süreçlerine bir bütün olarak bakılması gerektiğini vurgulamaya başladınız. O zamandan bu zamana da hep sistemlerle ilgileniyorsun. Sence sürdürülebilirliğe ulaşmak için neden sistemlere odaklanmamız gerekli?
Christopher John Ryan: Sistemlere odaklanmamız gerekliliğinin kavrayışı 1990’ların başında, Avustralya’da devlet tarafından finanse edilen büyük bir projenin (eco re-design) hem başarılı hem de başarısız olması sonucunda ortaya çıktı. Aynı zamanlarda benzeri bir proje paralel olarak Hollanda’da da yürütüldü ve elde edilen benzer sonuçlar nedeniyle oradaki araştırmacılar da benzer bir kavrayışa ulaştı. Bu bahsettiğim proje(ler) “ürünlerin çevreye olan etkisini sistematik bir şekilde azaltırken pazar başarısı elde etmek mümkün mü?” sorusuyla yola çıkmıştı. Biz Avustralya’da toplam 20 firma ile çalıştık. Söz konusu ürünlerin çevreye olan etkilerini, ürün yaşam döngüsü analizi ile tespit ettikten sonra araştırmacılar ve profesyonel tasarımcılarla birlikte ürünleri bu etkileri yok edecek ya da azaltacak şekilde yeniden tasarladık. Mesela bu ürünler arasında bir bulaşık makinesi vardı. Biz yeniden tasarlama işini bitirdikten ve ürünü pazara sürdükten hemen sonra enerji ve su tasarrufu konusunda dünyanın en önde gelen beyaz eşya üreticilerinden olan Electrolux bu makineyi satın aldı. Aynı süreci küçük ev aletleri, meşrubat otomatları (vending machine), yazıcı kartuşları, ambalaj malzemeleri ve daha pek çok ürüne uyguladık. Bu projede hem çevresel etkiyi azalttık, hem de pazarda çok başarılı olduk. Ürünlerin çevreye olan etkilerini %50-70 arasında azalttık. Bu başarı ürünlerin çevresel etkisinin ürün yaşam döngüsü perspektifi kullanılarak ilk kez sistematik bir şekilde azaltılmasına odaklanılmasından kaynaklanıyordu. Ancak bu süreçte iki problem belirledik: Birincisi, çevresel etkinin azaltılmasındaki bu yüksek yüzde zaten ürünün hali hazırda içermemesi gereken zehirli maddeler gibi şeylerin çıkarılması sonucu elde edildi. Başka bir deyişle, tasarımda ilk kez çevreye önem veren bir yaklaşım benimseyerek bu ürünlerde mevcut olan “kötü tasarım”ı elimine ettik sadece. Ancak aynı yaklaşımı tekrar uyguladığınızda tabii ki %50-70 gibi bir iyileştirme oranı yakalayamıyorsunuz. Bu süreç bir kere uygulandıktan sonra tekrar eden her uygulamada artarak daha düşük yüzdelerde iyileştirme elde edilebiliyor. Bir ürünün çevresel etkisini sürekli bir şekilde sonsuza kadar iyileştirmek mümkün değil. İşte o dönem Phillips ve başka birkaç büyük firma ürünleri yeniden tasarlayarak iyileştirme yaklaşımının sürdürülebilirliğe ulaşmak için etkin bir yöntem olmadığının farkına vardı. İkinci problem ise 90’ların sonuna doğru, hem bizim çalıştığımız sektörlerde hem de genel olarak, küresel tüketimdeki artışa bağlı çevresel etkinin her seferinde ürün iyileştirme ile elde edilen etki azaltılımının önüne geçiyor olduğunun fark edilmesiyle tespit edilmiş oldu. Yani uzun zaman boyunca firmalar tarafından inanılan o “mevcut ürünleri yeniden tasarlayarak sürdürülebilirliğe ulaşabiliriz” inancı, tüketimin katlanarak artmasıyla ortaya çıkan çevresel etki nedeniyle al aşağı oldu. Bunun sonucunda, amacımız eğer üzerinde yaşadığımız dünyanın üzerinde insan toplumunun neden olduğu çevresel etkiyi azaltmak ise, bunu sadece üretim sürecini ve ürünlerin tasarımını değiştirerek başaramayacağımızı anlamış olduk. Böyle bir durumda düşünmeniz gereken tüketime neyin sebep olduğu tabii ki. Buna dair çalışmalar 90’ların sonlarına doğru başladı. Kendimize ürünlerden hizmet ya da fonksiyon olarak aslında ne beklendiğini ve bu hizmeti ya da fonksiyonu karşılarken toplam tüketimi artırmayacak sistemler tasarlayabilir miyiz? diye sorduk. Endüstri toplumunun tarihsel gelişiminde insan emeğine dayalı olarak sağladığımız hizmetlerin pek çoğu yerini makineleşme sürecinde tüketiciye satılan ürünlere bıraktı. Bu basitçe ve genel olarak modern üretimin ve tüketici ürünlerinin tarihidir. İşte 90’ların başında başlayan çalışmalarla ürünler yerine ihtiyaçları yeniden hizmetler vasıtasıyla karşılayabilir miyiz, hizmet sağlama yoluyla çevresel etkide büyük azalmalar elde edebilir miyiz soruları ile birlikte ürün-hizmet sistemleri sürdürülebilir tasarım araştırmalarının ve pratiğinin odağına oturdu. İdeal ve teorik olarak bu mümkün tabii ancak bunun ben gerçek hayatta mümkün olduğuna inanmıyorum. Sadece hizmet olarak, ya da hizmet-ürün sistemleri olarak çok heyecan veren fikirler ortaya atıldı. Ancak gerçekte bu yaklaşımla büyük miktarlarda çevresel etki azalımının sağlandığı çok az örnek mevcut. Bu durumda, hemen akabinde sorduğumuz soru ise üretim-tüketim sistemi nasıl yeniden organize edilebilir ki tüketimde ciddi azalmalar olsun idi. Şu anda biz bunun olası cevaplarına dair yeni yeni fikir sahibi oluyoruz; paylaşım ekonomisine dayalı uygulamalar, yani ürünlerin ortaklaşa sahipliği, ürünlerin bireyler arasında paylaşılarak kullanılması, gibi uygulamalar, ya da, ürünlerin satılmak yerine kiralanması ve üreticinin ürünün ömrü boyunca ürünle ilgili hizmetler sağlayarak –bakım, tamir gibi- kazanç elde etmesi gibi fikirler şimdi ciddi şekilde ele alınıyor. Bunların aradığımız cevaplar olup olmadığını henüz bilmiyoruz. Ve tabii bunların ötesinde en önemlisi, hala gereksiz tüketimin nasıl azaltılabileceği ya da önlenebileceği sorusu. Bu hala cevabı olmayan bir soru. Amory Lovins’in bir çalışmasına göre Amerika’da satılan ürünlerin sadece yüzde biri altı ay sonra hala kullanımda oluyor; gerisi tabii ki “çöp”. Yani öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, tüketim faaliyeti özünde aktif bir şekilde, neredeyse satın alma anında, satın alınan ürüne eşit miktarda çöp üretme faaliyeti. Bu kısa ömürlü faaliyet esnasında bir çeşit tatmin sağlıyoruz ve bu tatminin kendisi de o kadar kısa sürüyor ki vakit kaybetmeden daha çok tüketiyoruz. Aslında sürdürülebilirliğe ancak ve ancak tüketim davranışını ve biçimlerini değiştirerek ulaşabileceğimiz fikri yeni değil; 70’lerin çevre hareketi zamanında ortaya atılmış bir fikir bu. Ancak bu fikre gerçek anlamda ilgi duymaya daha yeni başladık. Özünde devletler tarafından empoze edilen bütün bu tüketim çılgınlığının ardında ise inanılması güç ve fakat değiştirmesi de son derece güç olan, batı dünyasının içine işlemiş ve şimdi artık kalkınmakta olan ülkelerin de benimsediği, dünyanın ancak ekonomik büyüme devam ederse devam edebileceği fikri yatıyor. Ekonomik büyümeye olan bu düşkünlük işte hem çevresel hem de sosyal boyutlarıyla sürdürülebilirlik problemlerinin ana nedeni. Bu nedenle, gittikçe daha artarak artık ekonomik faaliyetin doğasını teşkil eden sistemleri anlamamız gerektiği görüşü yaygınlaşıyor. Ve sürdürülebilir tasarım ve inovasyon alanındaki araştırmaların odağı da insan hayatının refah içinde devam edebilmesinin -ki burada refah ile kast ettiğim ekonomik refah değil, insanoğlunun hem toplumsal hem bireysel olarak sosyal, kültürel ve hayat kalitesi bakımlarından bütüncül refahı- büyüme odaklı olmayan alternatif sistemler ile mümkün olabileceğinin gösterilmesine odaklanan deneyler ve modellemelere doğru kayıyor. Bu bağlamda ekonomik aktivitenin yeni biçimlerde organize edilmesi, yeni iş modelleri (business model) ve toplumun yeni şekillerde yönetilmesi ve böylelikle insan toplulukların elinden alınmış olan gücün yeniden kendilerine verilerek içlerindeki inovatif potansiyelin artırılması ve kendi içlerinde dirençli (resilient) topluluklar olmalarının sağlanması ile ilgili deneyler yapıyoruz artık.
İG: Evet, araştırma odağın son yıllarda üretim-tüketim sistemlerinden de daha geniş sistemlere kaydı. VEIL’de senin yönetiminde araştırmacılar şehirlerin, kentsel çevrelerin ve bunlara bağlı destek sistemlerinin sürdürülebilirlik için dönüşümüne dair projeler üzerinde çalışıyorlar. Peki neden şimdi şehirlere odaklanmamız gerekiyor sence?
CR: Bunun pek çok nedeni var. Bu nedenlerin bazıları biz tam da daha önce anlattığım sistem odaklı araştırmalarla uğraşırken ortaya çıktı. Daha önceki, yani yaşam döngüsü yaklaşımıyla çevresel etkinin azaltılmasına odaklı olan çalışmalarda üzerine eğilinen konular biyolojik çeşitlilik, su/hava/toprak kalitesi, toksisite ve benzeri gibi, sürdürülebilir bir geleceğe ulaşmak için kesinlikle çok önemli konulardı. 1990’ların sonunda şu anki yaklaşımda çok ön planda olan ancak o zaman üzerine şimdiki kadar düşülmeyen bir etki kategorisi mevcut: İklim değişikliği. İklim değişikliği konusu beraberinde iki temel mesele getiriyor. Birincisi üretim ve tüketim süreçleri nedeniyle atmosfere salınan karbondioksit ve sera gazları miktarının azaltılmasının aciliyeti. İkincisi ise atmosferde hali hazırda birikmiş olan karbondioksit ve diğer sera gazlarının yol açtığı ısınmaya ve bu ısınmanın sonuçlarına nasıl adapte olacağımız ile ilgili. Farkına varıldı ki; karbondioksit ve sera gazı salımlarını azaltmakta ne kadar başarılı olursak olalım, atmosferde bu güne kadar birikmiş olan gazlara bağlı olarak önüne geçemeyeceğimiz bir iklim değişikliği etkisi mevcut ve olagelmekte. Bu etki kendisini gittikçe artan bir şekilde hava düzenindeki (weather pattern) değişiklikler ve ekstrem hava olaylarının (extreme weather events) daha sık görülmesi ile belli ediyor. İşte bu sera gazı salımlarını azaltma ve iklim değişikliğine bağlı çevresel etkilere adapte olma gereklilikleri iki kollu ama bütüncül bir strateji gerektiriyor. Zira gaz salım miktarını azaltalım derken adaptasyon kapasitenize zarar vermemeniz gerek. İşte iklim değişikliği ve sera gazı salımının azaltılması ile iklim değişikliğine bağlı değişimlere adaptasyon gerekliliği şu anda sürdürülebilirlikle ilgili araştırmaların temel odağı haline gelmiş durumda. Şu anda dünya nüfusunun yarısından fazlası şehirlerde ve kentsel alanlarda yaşıyor. Bu oranın otuz yıl içinde %75’e ulaşacağı tahmin ediliyor. Dünyada süregiden kentleşmenin boyutları çok büyük ve sera gazı salımlarının %75-80’i şehirlerden kaynaklanıyor. Şehirler ve kentsel alanlar, daha önce ciddi şekilde azaltılması gereğinden bahsettiğim tüketimin büyük kısmının gerçekleştiği yerler. Bu nedenle şehirlerin sürdürülebilirlik araştırmalarının merkezine oturmasının çok pragmatik nedeni var. Şehirler sürdürülebilir bir geleceğe ulaşmak için sistemsel olarak dönüşmesi gereken yerler. Ancak, şehirler ve sürdürülebilirlik bağlamında bir de çok pozitif bir durum mevcut. Şu anda farkına varıyoruz ki, belirli bir büyüklükteki –ki o büyüklüğün ne olduğu tartışmaya açık- şehirler inovasyonu ve gerekli dönüşümü sağlayabilecek, tüketimi azaltırken hayat kalitesini artıracak yaratıcı fikirleri tetikleyen çeşitlilikte bir sosyal dinamik yaratıyor. Dolayısıyla şehirler ve kentsel alanlar sürdürülebilir gelecekler için çalışmaların odağına oturması gereken sistemler. Gerçekten de 2008’deki küresel mali krizden sonra yapılan gözlemler gösteriyor ki; yeni ekonomilerin ortaya çıkış noktaları ulusal devlet politikaları değil şehirler ve kentsel alanlar, şehirlerde mobilize olup kendi kararlarını almaya, kendilerini organize etmeye ve topluluk olarak beklenen ekonomik, çevresel ve sosyal zorluklara karşı kendi iç dirençlerini artıracak stratejiler geliştirmeye başlayan topluluklar.
İG: Bu topluluklar ya da şehirler hakkında bilgi edinmek isteyenlere verebileceğiniz kaynak önerileri var mı?
CR: Richard Florida’nın bazı çalışmaları, Glaeser’ın “Triumph of the City” adlı kitabı ve Brookins Institute’un “The Metropolitan Revolution” çalışması aklıma gelenler şu anda. Ama irili ufaklı pek çok topluluk, dünyanın çeşitli yerlerinde sürdürülebilir gelecekler için, bazı durumlarda yerel yönetim desteği ile bazı durumlarda ise tamamen kendi başlarına çalışıyor. Bu toplulukların pek çoğu çalışmalarını internet ve sosyal medya vasıtasıyla paylaşıyorlar. Basit bir internet taraması ile pek çok örneğe ulaşmak mümkün. Kalkınmakta olan ülkelerde ise daha eskilere dayanan çok sayıda örnek var. Mesela Brezilya’da meşhur Curitiba örneği var. Bu pek çok yayına ve belgesele malzeme olmuş bir örnek. Kalkınmakta olan ülkelerde insanlar fakirlikten, kaynak azlığından kaynaklanan kötü yaşam koşullarına birlik olarak yaratıcı çözümler buldular. Bu ülkelerde bu sosyal hareketler mevcut iktidar güçlerinin engelleriyle karşılaşmadı, hatta bazı durumlarda devlet desteği elde edildi. Ancak kalkınmış ülkelerde iktidar güçleri maalesef hala değişimin önüne engeller koyuyor. Bu nedenle kalkınmış ülkelerde küresel mali kriz bir nevi katalizör oldu. Metropolitan Revolution işte Amerika Birleşik Devletleri’nden örnekler veriyor
İG:Chris biraz da VEIL hakkında konuşalım. VEIL gelecek-odaklı bir tasarım-araştırma-katılım (engagement)-eylem laboratuarı olarak biliniyor. Bize bunun ne demek olduğunu açıklayabilir misin?
CR: VEIL’in fikir aşamasında daha önce bahsettiğim ürüne odaklı yeniden tasarım çalışmaları çerçevesinde, sistemsel dönüşümlere dair fikirleri firmalara anlatabilmek için gelecek odaklı üniversite araştırmasını nasıl kullanabiliriz sorusu vardı. VEIL üniversite ve çıkar sahipleri ya da topluluklar arasında köprü olacak bir yapı oluşturacak şekilde, Victoria Eyalet Hükümeti desteği ile kuruldu. Sonradan tamamen Melbourne Üniversitesi bünyesine geçti. Ancak bizim araştırmamız hep toplulukların sürdürülebilirlik sorunlarına karşı donanımlandırılması ve güçlendirilmesi üzerine odaklı olduğu için bizim araştırma yaklaşımımız da o topluluklara gelecek vizyonları geliştirmek, bu vizyonları hayata geçirecek eylem planları ortaya çıkarmak ve bu planların uygulanmasını sağlayacak inovasyon stratejilerinin geliştirilmesi amacına yönelik olarak devam etti. Biz Avustralya bağlamında oldukça alışılmamış türde bir araştırma grubuyuz. Bünyemizde araştırmacılar çalışıyor, araştırma fonu alıyoruz. Ancak idari olarak üniversite bünyesinde var olmakla birlikte, disiplinlerötesi (transdisciplinary) bir yaklaşımla, araştırmalarımızı çıkar sahipleri ile birlikte, yani çeşitli sosyal topluluklar ile gerçekleştiriyoruz. Biz bu toplulukların sürdürülebilirlik sorunları nedeniyle gelecekte karşılacakları zorlukların üstesinden gelmeleri için, kendi topluluk dirençlerini (resilience) artıracak olası çözümler üretiyoruz. Daha doğrusu bu topluluklara kendi çözümlerini geliştirmeleri için teorik ve metodolojik destek veriyoruz. Bizim en büyük başarımız üniversite eğitimini bu araştırma projeleri ile birleştirmek oldu. Şu anda araştırmalarımızın yarısı tasarım, mühendislik, mimarlık ve planlama alanlarından gelen yüksek lisans öğrencilerinin tasarım stüdyolarında geliştirdikleri vizyonlar üzerine kurulu. Bu yaklaşım ile hem öğrencilerin eğitim programlarının gerekleri karşılanıyor hem de bu öğrenciler bahsettiğim topluluklarla çalıştıkları için projelerimize kamu katılımı etkin bir şekilde sağlanmış oluyor. Sonunda bu topluluklara alıp hemen uygulamaya başlayabilecekleri ve topluluğun yaşam alanında dönüşüm sağlayabilecek küçük projeler belirlemiş oluyoruz. İşte bu nedenle VEIL hem tasarım, hem araştırma, hem katılım, hem eylem laboratuarı.
İG: Chris, VEIL’in şu anda üzerinde çalıştığı projelerden bahsedebilir misin biraz?
CR: Şu ana kadar en uzun soluklu programımız eko-akupunktur dediğimiz bir program. Bu program çerçevesinde gelecekte karşılaşılacak sürdürülebilirlik problemleri ve bu problemlere inovatif çözümler üretmek için VEIL olarak geliştirdiğimiz metodları, aşağı yukarı 10000 nüfuslu mahallelere taşıyoruz. Bu mahellelerdeki topluluklarla birlikte iklim değişikliğinin neden olacağı değişimlere karşı topluluğun ve topluluğun yaşadığı mahallenin adaptasyonunu sağlayacak, topluluğun karbondioksit ve sera gazı salımı miktarını azaltacak çözümler üretiyoruz. Bu çözümler mimari ya da alt yapı ile ilgili değil, daha ziyade davranışsal ve kültürel değişimler getirebilecek, yani sorunları daha temelden hedef alan, sosyal inovasyon çözümleri. Bu çalışmaları gidip o toplulukların bulundukları yerlerde, halk kütüphanesi, halk merkezleri, artık kullanılmayan okul binaları, alışveriş alanları gibi son derece kamusal yerlerde gerçekleştiriyoruz. Bu program çerçevesinde yerel yönetimler, çeşitli sivil toplum örgütlerinin temsilcileri ve diğer yerel katılımcılar ile çalıştığımız için, geliştirilen çözümler tepeden inme değil, o topluluğun kendi geliştirdiği dolayısıyla baştan sahip çıktığı çözümler oluyor. Öncelikle bu topluluklarla birlikte gelecek vizyonları geliştiriyoruz. Bu vizyonlar görselleştiriliyor. Daha sonra ise konsültatif bir yaklaşımla bu vizyonlara nasıl ulaşılabileceğini detaylandıran yol haritaları geliştiriyoruz. Bu yol haritaları küçük çaplı, ancak hayata geçtiği ve başarılı olduğu takdirde o toplulukta pozitif bir değişim sağlayabilecek, başarılı olmadığı takdirde ise büyük bir yatırım kaybına neden olmayacak deneysel ve inovatif proje fikirleri içeriyor. Daha geleneksel araştırma projeleri arasında ise Avustralya’da gelecekte iklim değişikliğinin ve ekonomik nedenlerin yol açacağı problemler göze alınarak yiyecek güvenliğinin sağlanmasına yönelik matematik modelleme yoluyla çeşitli senaryoların test edilmesi gibi çalışmalar var. Tabii bu çalışamalar yine bizim eyleme yönelik projelerimizi besliyor. Mesela bu yiyecek senaryoları, toplulukların gelecekte besin değeri yeterli bir diyeti, verimsiz olan, uzun tedarik zincirlerine, büyük süpermarketlerle dağıtıma, tazeliğin korunamadığı ve çok fazla yiyecek atığına neden olan mevcut sistem yerine merkezi olmayan, dağıtılmış yerel ağlar (distributed local networks), ve yerel üreticilerden oluşan sistemlerle nasıl karşılayabileceği sorusuna cevap bulabilmek için gerçekleştiriliyor. Şehir ve kentsel alanlar bağlamında gelecekte yiyecek güvenliğinin sağlanabilmesi çok önemli bir mesele zira iklim değişikliğinin yol açacağı büyük çevresel, sosyal ve ekonomik değişiklikler nedeniyle şehirlerde yiyecek güvenliğinin sağlanamaması olasılıklar arasında. VEIL’in hem geçmiş projeleri hem de süre giden projeleri ise yeni başlamış olan, senin üzerinde çalıştığın büyük ve ulusal boyuttaki bir projeye girdi sağlıyor. Bu proje Avustralya şehirlerinde düşük-karbon dönüşümleri (low-carbon transitions) gerçekleştirilmesine yönelik. Bu proje çerçevesinde endüstri, yerel yönetimler ve toplulukların geniş katılımıyla 25-30 senelik geleceklere odaklanarak, şimdiki terminolojiyle düşük-karbon, ama benim tercih ettiğim, henüz gayri resmi olan terminolojiyle karbon-sonrası gelecek vizyonları geliştirilip bu vizyonlara ulaşmanın yöntemlerini araştıracağız.
İG: Bu proje ile neyin başarıldığını görmek istiyorsun?
CR: Çok basit. Şu anda ilkim değişikliği ile ilgili bir dönüm noktasındayız. Bu içinde bulunduğumuz on yıl, kritik on yıl olarak adlandırılıyor. Zira 2020’ye kadar aldığımız ve eyleme geçirdiğimiz kararlar sonucu ya 2 derece gibi yine pek çok değişikliğe neden olacak, ancak insanlık için üstesinden gelinebilir bir sıcaklık artışı ile karşı karşıya kalacağız, ya da potansiyel olarak 2100 yılına kadar hem insan toplulukları hem de ekolojik sistemler için çok büyük negatif etkileri olacak 4 derecelik bir artışla karşı karşıya kalacağız. Ben bu proje ile öncelikle şu anki politik ve sosyal görmezliğin, her şeyin eski tas eski hamam devam edeceği düşüncesinin degiştiğini görmek istiyorum. İş adamlarının, politikacıların durumu ört bas etmeye devam edemeyeceklerini idrak ettiklerini ve hem politikacıların hem de iş dünyasının radikal bir şekilde değişmesi gerektiğini kamusal alanda kabul ettiklerini ve bunun için eyleme geçtiklerini görmek istiyorum. İkincisi ise insanların eylemsizliğe meyl etmelerinin en büyük nedeni olan, gidişatı değiştirmenin mümkün olmadığı düşüncesinin değişmesini ve aslında değişimin mümkün olduğu ve şartlar elverdiğinde çok da çabuk gerçekleşebileceğini anladıklarını ve yine topluluklar olarak harekete geçtiklerini görmek istiyorum. Gelecek şimdiki zamanın çizgisel bir uzantısı olmak zorunda değil, zaten artık olmayacak da, büyük çaplı değişiklikler gerçekleşecek. Mesele bunların insanlık yararına bir yönde mi yoksa zararına bir yönde mi olacağı. İşte bu proje ile az da olsa Avustralya’da bakış açısını değiştirme şansımız olduğunu düşünüyorum.
İG: Harika. Umarım birlikte başarılı oluruz bu projede. Peki diğer bir sorum ise VEIL’in çalışmalarının uluslararası boyutu. Eko-akupunktur projesi Floransa’da uygulandı değil mi?
CR: Evet çalışmamızın bir kısmını uluslararası boyuta taşıdık. VEIL’in çalışmalarını anlatmak için Asya ve Avrupa’daki pek çok üniversiteden davet alıyorduk zaten. Sonra ilginç bir şekilde iki sene önce Floransa belediyesi bize ulaştı; belediyeden birisi çalışmalarımızdan haberdar olmuş. Belediye Floransa şehrinin geleceği ile ilgili karşı karşıya oldukları problemleri ele almak ve çözüm geliştirmek için VEIL’in metodolojik yaklaşımının işe yarayabileceğini düşünmüş. Bize gelip Floransa’nın geleceği ile ilgili içinden çıkılması zor, büyük bir problemle karşı karşıya olduklarını anlattılar. Floransa UNESCO kültür mirası ve bir açık hava müzesi olarak korunuyor. Ancak şehir zaman geçtikçe daha belirgin bir şekilde adeta bir eğlence parkı gibi senede 12-14 milyon turistin göz zevki için mevcut adeta. Bu arada tabii çevre ve iklim koşulları dramatik bir şekilde değişiyor. İşte bizden Avrupa’dan başka ortaklarla birlikte şehrin geleceğini, ya da daha doğrusu olası geleceklerini yeniden tasarlamamız istendi. Biz oraya gittiğimizde çok şiddetli bir kuraklığın beşinci yılıydı, yaz sıcaklıkları düzenli olarak 30 derecenin üzerinde seyrediyor, sıklıkla ise 40 derecenin üzerine çıkıyordu. Düşünün, bu şehirde kamusal alanlarda hemen hiç ağaç yok ve aynı zamanda kuraklığa rağmen ani sel baskınları riski ile karşı karşıya. Yani çok açık bir şekilde o açık hava müzesinin Floransa’nın geleceğine uygunluğuna dair ciddi bir çatışma söz konusu. Tabii ki Floransa’nın teklifini kabul ettik ve Melbourne’deki öğrenci grubumuzu Floransa’ya götürdük. Şehrin merkezinde bir çalıştay yaptık. Şehir halkı ve belediye çalışanlarını içeren çok interaktif bir süreç sonucunda ortaya çıkan fikirler belediyedekileri çok şaşırttı. Sonra öğrenci grubumuzla yeniden gittik Floransa’ya ve New York Üniversitesi’nin oradaki kampüsüyle de ortaklaşa çalışarak, bir önceki çalıştayda geliştirilen fikirleri baz alarak şehir için bir seri “gelecek önermesi” (future proposition) hazırladık. Şimdi başka Avrupa şehirleriyle benzer projeler için görüşmeler yapıyoruz. VEIL’in yaklaşımını ilgi duyan ve faydalanabilecek her yere taşımaya açığız.
İG: Chris, vakit ayırdığın için çok teşekkürler. VEIL’de çalışmaya başlayalı kısa bir süre oldu ve bu söyleşi sayesinde bende geçmiş, mevcut ve planlanan projeler, VEIL’in tarihi ve genel olarak şehirlerde ve kentsel alanlarda sürdürülebilirlik için sistemsel dönüşümler hakkında çok şey öğrendim. Umarım Türkiye’de bu söyleşiyi okuyacak olanların da perspektiflerine katkıda bulunur söyleşimiz.