Türkiye’de Yeşil Çatılar Talep Değil, Bir Zorunluluk Haline Geldi
Deniz Aslan, DS’nin kurucusu ve tasarım ekibinin lideridir. 30 yılı aşkın süredir mimarlık ve peyzaj mimarlığı alanlarında teorik ve pratik çalışmalar yapan DS, sürdürülebilir ve uygulanabilir tasarımlar yaratma misyonunu benimsiyor. Tasarımlarında doğayı sıkça göz önünde bulunduran Deniz Aslan, parametrik tasarımlar ve doğanın algısı üzerine yoğunlaşarak, sanatsal nitelikleri ekonomik ve etik değerlerle birleştiriyor ve kendisiyle keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
Sizinle en son röportaj yapalı 14 yıl olmuş, çok uzun bir süre. Bu süreçte ofis yapılanmanızda herhangi bir değişiklik oldu mu, neler yaşandı?
Evet, ofis yapılanmasında birkaç değişiklik oldu. Başlangıçta bizim gibi çok sayıda insanın karşılaştığı bir durum vardı, yani önümüzde bir örnek olmadı. Farklı alanlara girip deneye yanıla bir sistem kurmaya çalıştık. Sevim'le birlikte peyzaj mimarlığı alanında bir şeyler yapmaya başladık. Türkiye’de o dönemde profesyonel anlamda yalnızca Turgay Ateş'in ofisi vardı. Hocaların ofislerini saymıyorum, çünkü onlar daha akademik bir yapıya sahipti. Biz de peyzaj mimarlığına bir adım attık. Türkiye’de bir etiketlenme süreci var ve biz bu etiketle çok da kötüye gitmedik aslında. Hatta bu alan bizim için çok keyifli oldu çünkü peyzaj, hem kente, hem doğaya, hem de mimarlığa dokunuyor. Başlangıçta ofsimizde peyzaj mimarı bile yoktu. İlk yıllarda sadece mimarlarımız vardı. Sonradan peyzaj mimarları da eklemeye başladık, ama hep bunu bir okul gibi düşündük.
Ofis büyüdü, ikinci bir ofis açıldı, çalışan sayımız 40’ı buldu. Bu da gerçekten zor bir süreçti, çünkü işletme yönüne girmek zorunda kaldık ve o dönem bizi çok sevindirmedi. Ama zaman içinde ofisimizdeki yapılanma biraz daha düzene girdi. Ofiste hiyerarşi çok olmamıştı; bazen acemi bir mimar da çok komplike bir projeyle karşılaşabiliyordu. Bu, ofis içinde hem tecrübe hem de projeye göre değişiyordu. Son yıllarda, projelerin artmasıyla ve yurt dışı projeleriyle, bir junior-senior ayrımı oluştu. Ancak bunu tam anlamıyla uygulamıyoruz. Çok özel projelerde özellikle, yurt dışı ile iletişim kurarken, işlerin yapısı biraz farklı oluyor.
Ofiste bir de yarışmalar yapıyordunuz, ondan bahseder misiniz? Ayrıca ofisin yapısındaki en büyük değişiklik ne oldu?
Her yıl birkaç yarışma yaptık. Bu yarışmalar ofis içinde açık olurdu. Maliyetlerini DS karşılar, kazanırsak ofis içinde bölüşülürdü. Eğer iş alırsak, ofisin işi olurdu. Bu düzen yaklaşık 20 yıl boyunca devam etti. Yarışmaların ofis içindeki katkısı çok büyüktü ve bu, aynı zamanda herkesin projeye dahil olmasını sağlıyordu. Zaman içinde yorulduk, ama çalışma anlayışımız hep aynı kaldı. Biz çalışmayı dinlenme olarak gördük. Bu şekilde ilerledik.
YARIŞMALAR BİZİM İÇİN ÇOK DEĞERLİ, ÇÜNKÜ YARIŞMALARDA HİÇBİR MÜDAHALE OLMADAN, TAMAMEN KENDİ BAKIŞ AÇIMIZI ORTAYA KOYABİLİYORUZ.
Son beş-altı yıldır tasarım merkeziyiz ve bu, ofisimizin yapısını oldukça değiştirdi. Tasarım merkezi olmanın getirdiği kurallara uyduk, bu da organizasyonumuzu daha da sistemli hale getirdi. Artık her konuda bir sorumlu var. Bu değişiklik, mali yönetimimize de yansıdı ve aslında bize daha olumlu katkılar sağladı. Bu dönemde, sadece ofis içindeki değil, dışarıdaki bilgiyi de paylaşmaya özen gösterdik. Açık bir kaynak olmaya çalıştık ve ofisin yapısı bir okul gibi oldu. Profesyonellik ve amatörlük arasında bir denge kurarak, sektörle farklı bir ilişkimiz oldu. Bu farklılık sektördeki yerimizi de özel kıldı. Şu anda birçok ofis var ve herkes gerçekten iyi işler yapıyor. Bu rekabet, bize çok değerli bir fırsat sundu. Yalnızca kendi sesimizi duymak zorunda kalmıyoruz, sektördeki diğer sesleri de dinliyoruz.
Çalışmalarınızda proje çeşitliliği ve deneyimlerin önemi üzerine neler söyleyebilirsiniz?
Çeşitlilik açısından oldukça zengin bir portföyümüz var. Projelerin geliştirilmesi ve çeşitlilik anlamında bu durumun çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Projelerimize baktığımızda, yurt içi projelerimiz halen yüzde 70 civarında. Proje seçiminde özel bir tercihimiz yok. Mesela bu yılın en özel projelerinden biri LÖSEV için yaptığımız mimari ve peyzaj projesiydi. Bu proje aynı zamanda mimarlık ödülü kazandı. Küçük projelerimiz de dikkat çekici. Örneğin Denizli'de bir şarap üreticisi için yaptığımız “Kuzubağ” projesi, uluslararası dört ödül aldı. Antalya'da Barut Otel için yaptığımız villa peyzaj çalışması ise yenilerden. Bu tür çalışmalar, ekibimizin katılımını ve sunumlarını teşvik ediyor. Ayrıca, ofis olarak Venedik'te bir projeye dahil olmayı ve bu sürece tüm ekibimizle katılmayı planlıyoruz. Ancak mali koşullar her zaman belirleyici oluyor.
Son 3-4 yılda turizm projelerinde bir artış yaşandığını söyleyebilirim. Bu durum sadece Türkiye’de değil, dünya genelinde de böyle. Ayrıca, Suudi Arabistan’da gerçekleştirdiğimiz yarışma projeleri, alışılmış formatların dışında, oldukça geliştirici ve yoğun süreçlerdi. Bu projeler, hem deneyim kazandıran hem de olgunlaşmamıza katkı sağlayan çalışmalar oldu.
Proje seçiyor musunuz? Kamu projeleri ile ilgili deneyimleriniz neler?
Kamu yöneticilerimiz ile ilişkilerimiz genel olarak iyidir, ancak süreçler genellikle karmaşıktır. Örneğin Hasanpaşa Gazhanesi projesi, 25 yıl süren ve beş farklı belediye başkanı değişen bir projeydi. Her gelen yönetimle yeni taleplerle karşılaştık. İlginç olan yeni yönetim ile pek anlaşamadık. Sonunda başarılı bir şekilde tamamladık ama süreç oldukça öğreticiydi. Bunun yanı sıra, Sultanahmet, Maçka ve Eyüp’te projelerimiz de oldu ama proje aşamasında kaldı. Abdi İpekçi Caddesi projemiz hayata geçti ancak uygulama sürecinde istediğimiz nitelikle tam anlamıyla sağlanamadı. Kamu ile çalışmak zor, çünkü biz özel sektör ağırlıklı bir firmayız. Süreçler hem yasal hem de bürokratik açıdan sıkıntılı olabiliyor. Kamu yararına yaptığımız proje sayısı yüzde 5 kadar vardır. Biz daha çok yarışmaları seviyoruz. İlk projelerimizden biri Kuruçeşme Parkı’dır. Bu proje, o dönem için çok özel bir çalışmaydı ve Güler Akdoğan ile birlikte gerçekleştirdik. O dönemde henüz yeni mezundum. Bunun dışında İSKİ için gerçekleştirdiğimiz projelerimiz vardı ancak ne yazık ki hayata geçirilemedi.
YEŞİL DUVARLAR ASLINDA YAPILABİLİR, AMA BİZİM GİBİ ÜLKELERDE BU İŞLER GENELLİKLE GEREĞİNDEN FAZLA BAKIM VE SU İSTEYEN, SÜRDÜRÜLEBİLİRLİĞİ TARTIŞMALI PROJELERE DÖNÜŞÜYOR.
Yarışmalara bakış açınız nasıl?
Yarışmalar bizim için çok değerli,çünkü yarışmalarda hiçbir müdahale olmadan, tamamen kendi bakış açımızı ortaya koyabiliyoruz. En kötü senaryoda ödül alamayız, ancak yarışmalar bizim için bir nevi bildiri niteliğinde. Bu yüzden yarışmaları çok seviyoruz ve her fırsatta katılmaya çalışıyoruz. Bu tür çeşitli projeler ve deneyimler, bizim için hem mesleki hem de kişisel anlamda gelişim sağlayan önemli fırsatlar sunuyor.
Cendere Projesi’nden bahsedebilir misiniz?
Cendere Deresi Projesi benim için çok özel. Projede, Türkiye’de henüz bu paslanmış dilin tanınmadığı bir dönemde tamamen bu tür bir malzeme kullandım. Zeminde hiç kimsenin aklına gelmeyecek şekilde metal levhalar yerleştirdim. Toprakla uyumlu, doğal bir doku oluşturmuştu. Ancak zamanla bu tasarımlara müdahale edildi. Metal levhaları kaldırdılar, paslanmış yüzeyleri griye boyadılar. Ne bir danışma ne de bir izin alma gereği duyuldu. Açıkçası, bunu büyük bir saygısızlık olarak gördüm. Eski belediye yönetimleri böyle şeyler yapmasalar bile en azından danışırlardı. Şimdiki yönetimle ilgili maalesef böyle bir tecrübem oldu.
Terkos Projesi de önemli işlerinizden biri ondan da bahsedebilir misiniz?
Terkos gerçekten müthiş bir projeydi. Ancak bakımsız kaldı ve açılmadı. Kullanılmadan zamanla kendi kendine su almaya başladı. Yapılar çürüdü, ama yine de benim için güzel bir deneyimdi.
PEYZAJ MİMARLIĞININ, KENDİSİNİ DÜNYAYI KURTARAN BİR DİSİPLİN OLARAK GÖRME EĞİLİMİNDE OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYORUM.
Kamu projeleriniz arasında sizin için öne çıkanlar hangileri?
Pendik’te TOKİ için yaptığımız bir proje vardı. Başlangıçta "TOKİ Parkı" olarak planlandı, sonrasında "Pendik Millet Bahçesi" adını aldı. Çok güzel bir projedir ve uluslararası üç ödül kazandı. Gerçekten gurur duyduğum bir iş. Ankara Millet Bahçesi ise içimize çok sinmeyen bir projeydi. İmalatların kalitesi uzaktan bakınca bir şeye benziyor, ama yakından ne yazık ki hiç tatmin edici değil. Bunun dışında Samsun, Adapazarı, Gebze gibi şehirlerde birçok proje gerçekleştirdik. Özellikle Gebze Macera Parkı çok enteresan bir işti. Hem peyzaj hem de güzel bir mimari paket içeriyordu. Adana Belediyesi, Tekirdağ Belediyesi, Marmara Ereğlisi gibi pek çok belediyeye de projeler yaptık. Şimdi düşününce, gerçekten bayağı iş yapmışız. Yaklaşık 700’e yakın proje gerçekleştirdik. Peyzaj, üretkenliği yüksek bir alan; bu da bir avantaj sağlıyor. Ancak kamu projeleri, her şeyden önemli. Kamu yararı tartışmasız bir öncelik.
Yeşil çatılar hakkındaki düşünceleriniz nedir? Türkiye’de yeşil çatının gelişimine dair deneyimlerinizden bahseder misiniz? Türkiye’de eğimli yeşil çatı uygulamaları konusunda neler yaptınız?
Yeşil çatılar güzel bir konu, ama işin içinde bazı sorunlar var. Yani, yeşil çatıların kendisi kurtarıcı değil. Hangi tür çatıyı yapacağımıza karar verirken çok daha derin bir bakış açısına sahip olmamız gerekiyor. Çünkü, bazı projelerde çevresel anlamda ‘eko’ gibi görünen uygulamalar aslında uzun vadede sürdürülebilir değil. Çoğu zaman, projeler LEED veya BREEAM gibi sertifikalar alıyor ama bu projelerin yapılması bile baştan yanlış olabilir. Sektör kendini eko kelimesi üzerinden temize çekiyor, ama gerçek anlamda çevreye duyarlı bir yaklaşım geliştirmek çok daha derin bir iş. Türkiye’de yeşil çatı konusuna dair ilk ciddi deneyimimiz Four Seasons Otel’de oldu. Sultanahmet’teki bu otelde, 15 cm kalınlığında büyük bir bahçe yapmıştık. Burada sektöre şunu ispatladık: İyi bir yeşil çatı yapmak için, aşırı kalın toprak katmanlarına gerek yok. Bizim kullandığımız geosentetik malzemelerle, Türkiye’de bu alanda belki de ilk defa ciddi bir uygulama gerçekleştirdik. Uluslararası firmalarla çalıştık, onlara danışmanlık verdik ve bu deneyimi Türkiye’ye özgü hale getirdik.
Örneğin, Türkiye’ye ilk defa FD25 diye bir değer getirdik. Bu, drenaj tabakası için önemli bir parametreydi. Türkiye’de o zamana kadar 10’luk bir değer kullanılıyordu, ki bu yetersizdi. 25’i standart hale getirdik, çünkü daha büyük değerler için herkes para vermek istemiyor. Fakat deneylerimiz sonucunda, bunun yeterli olduğunu gördük. Özellikle Bodrum gibi yerlerde bu değerin yeterli olmadığına karar verdik ve daha yüksek değerler için çalıştık. Türkiye’de ilk eğimli yeşil çatıyı yaptık. Ulus Savoy projesinde, Emre ile birlikte, eğimli çatıyı yeşillendirdik. Bunu yapmak gerçekten farklı bir yaklaşım gerektiriyordu. Yani bir kırma çatı ya da beşik çatı yapıyorsunuz, ama bunun yerine çatı tamamen yeşil oluyordu. Bu uygulama, yeşil çatıları eğimli alanlarda kullanmanın da mümkün olduğunu gösterdi. Küçük sorunlar çıksa da, bu tür projeler için özel detaylar ve çözüm önerileri geliştirildi.
BAZEN YAPILMAMASI GEREKEN PROJELER, YEŞİL ÇATI GİBİ SÜRDÜRÜLEBİLİR UNSURLARLA SÜSLENİP LEED YA DA BREEAM GİBİ SERTİFİKALAR ALINARAK “AKLANIYOR.”
Yeşil çatılar Türkiye’de ne kadar talep görüyor? Ayrıca Türkiye’de yeşil çatıların geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Türkiye’de yeşil çatılar talep değil, bir zorunluluk haline geldi. Çünkü şehirlerde doğal toprak alanı bırakılmıyor. Yeni projelerin büyük bir kısmı zaten beton üzerine inşa ediliyor ve otoparkların üstü, yürüyüş alanları gibi zeminler de yeşil çatı kategorisine giriyor. Ancak gerçek anlamda çatı üzerindeki yeşil alanlar için hâlâ bazı ön yargılar var. Örneğin, “Su sızdırır mı? Bakımı zor olur mu?” gibi endişeler dile getiriliyor. Ancak doğru malzeme ve uygulamayla bu sorunların üstesinden gelmek mümkün. Zemin üzerinde yapılan uygulamalar da yeşil çatı kapsamına girebilir. Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülkede, yeşil çatılar genellikle çevresel bilinçten çok, betonlaşmanın bir sonucu olarak ortaya çıkıyor.
Yeşil çatıların Türkiye’de daha bilinçli bir şekilde uygulanması gerektiğini düşünüyorum. Şu an zorunluluktan yapılıyor gibi görünse de aslında çok daha büyük bir potansiyeli var. Betonlaşmanın arttığı şehirlerde yeşil çatılar, ekolojik dengenin korunmasına ve estetik bir çevre yaratılmasına katkı sağlıyor. Ancak bu uygulamaların planlama aşamasından itibaren bütüncül bir yaklaşımla ele alınması gerekiyor.
Son yıllarda otoyolların kenarına yapılan yeşil duvarlarla ilgili çalışmalar çok konuşuldu. Ancak bunların pek başarılı olmadığını görüyoruz. Sizce bu konuda asıl sorun nedir?
Yeşil duvarlar aslında yapılabilir, ama bizim gibi ülkelerde bu işler genellikle gereğinden fazla bakım ve su isteyen, sürdürülebilirliği tartışmalı projelere dönüşüyor. Oto yollar gibi alanlara böyle projeler yapmak doğru mu, önce bunu sorgulamak lazım. Dünyada bu konsepti ilk uygulayan Patrick Blanc gibi uzmanlar, yeşil duvarları işlevsel ve doğal süreçlere uygun olarak tasarladı. Ancak maalesef zamanla bu fikir, ticari bir ürüne dönüştü. Türkiye'deki uygulamalarda ise, bol miktarda yapay gübre kullanımı ve gereksiz su tüketimi gibi sorunlar görüyoruz. Daha da kötüsü, bu projelerin çevresel etkileri oldukça tartışmalı. Benim yeşil alanlar konusundaki yaklaşımım ise, topraktan çıkan kökleri ne kadar yükseklere taşıyabileceğimi araştırmak. Yani, evet düşey projeler yapıyorum ama benim bitkilerim genellikle topraktan çıkıyor. Şu ana kadar bu şekilde üç ya da dört proje gerçekleştirdim.
Gelecekteki iklim değişikliği ve doğal afetleri göz önünde bulundurarak peyzaj tasarımı nasıl şekillenmeli?
Mesela su hasadı ya da geçirgen yüzeyler yapmak gibi tekniklerin doğru yerde uygulanması gerekiyor. Ama bunların her yerde olumlu sonuç vereceğini düşünmek yanlış. Bitki üretimi gibi süreçler ise inanılmaz derecede kaynak tüketiyor. Örneğin, bitki üretiminde kullanılan su ve kimyasalların çevresel etkisi ciddi bir sorun. Ayrıca, Türkiye'deki peyzaj projelerinde kullanılan toprakların çoğu başka bölgelerden taşınıyor, ki bu da sürdürülebilirlik açısından büyük bir çelişki yaratıyor.
Peyzaj mimarlığının, kendisini dünyayı kurtaran bir disiplin olarak görme eğiliminde olduğunu düşünüyorum. Ancak bu bana oldukça garip geliyor. Çünkü gerçek anlamda kötü üretimlerin en fazla olduğu alanlardan biri de peyzaj mimarlığı. Bence bu, en az mimarlık kadar sorunlu bir durum.Peyzaj mimarlarının öncelikle kendilerine şu soruyu sorması gerekiyor: "Biz ne yapıyoruz?”, "Susuz sistemler geliştirelim" ya da "yeşil çatı uygulayalım" gibi öneriler bana yüzeysel geliyor. Bu işler sloganlarla gerçeklik arasında sıkışıp kalmış gibi. Oysa bu sloganların altında yatan temel gerçekliklere odaklanmak gerek. Bir başka sorun ise, mevcut kaynaklarımızı doğru şekilde kullanamıyor olmamız. Stoklarımızı değerlendirmiyoruz; aksine israf ediyoruz. Bugün yeni bina yapmamamız gereken yerler olduğu gibi, yapmamız gereken yerler de var. Ancak bu dengeyi kurmak önemli. Türkiye'de ise genelde ya hep ya hiç yaklaşımı var. Bu sürdürülebilirlik açısından ciddi bir problem. Öncelikle mevcut yapıları ve kaynakları değerlendirmeliyiz. Gereksiz büyüme hedeflerinden uzaklaşmamız gerekiyor. Ekonomistler sürekli büyümemiz gerektiğini söylüyor, ancak bu büyüme daha fazla kaynak tüketmek anlamına geliyor. Bu kaynaklar ise bizden sonraki nesillere ait. Bugünkü tüketim alışkanlıklarımızla gelecek nesilleri yoksulluğa mahkûm ediyoruz. Bizim jenerasyon, açıkça söylemek gerekirse, büyük bir başarısızlık örneği. Geçmiş nesillerin kaynaklarını tükettiğimiz gibi, gelecek nesillerin de kaynaklarını yok ettik. Şimdi yeni bir oyun kurmamız gerekiyor. Bu da ancak mevcut sistemin kökten değişmesiyle mümkün.
İklim krizi bağlamında düşünürsek, bu değişim nasıl şekillenecek?
İklim krizi, sadece Sanayi Devrimi’yle değil, insanlığın tarıma geçişiyle başladı. Bugün yaşadığımız sorunlar, aslında bu tarihsel dönüşümün bir sonucu. 1970'lerde bilim insanları dünyanın gidişatı hakkında uyarılar yapmıştı ve bu uyarılar halen geçerliliğini koruyor. Ancak yapay zeka gibi yeni teknolojiler sayesinde artık geleceği daha net öngörebiliyoruz. Önümüzdeki dönemde odaklanmamız gereken en önemli şey, ölçüyü doğru ayarlamak. Tüketim çılgınlığını kontrol altına almadan sürdürülebilir bir gelecek mümkün değil. Dünya, bu kalabalıklıkla ayakta kalamaz. Yeni bir denge oluşturmak zorundayız.
Peyzaj mimarlığı bağlamında endemik bitkilerin kullanımı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Endemik bitkilerle ilgili sıkça yanlış bir algı var. Endemiklik bir dayanma sürecidir. Endemiklik, aslında geçici bir durumdur. Bir türün bulunduğu ortamda hayatta kalma mücadelesinin bir sonucudur. Ekosistemler sürekli değişiyor ve buna uyum sağlamak gerekiyor. Bu yüzden "endemik bitki kullanalım" gibi öneriler tek başına yeterli değil. Daha geniş bir perspektiften düşünmeliyiz.
İklim krizinin günümüzde hızlandığını ve etkilerinin daha belirgin hale geldiğini söylüyorsunuz. Bu durum hakkında daha fazla bilgi verir misiniz? İnsanların bu değişime karşı yapabileceği şeyler yok mu?
İklim kriziyle birlikte doğada büyük bir hareketlilik yaşanıyor. Örneğin, Kızıldeniz’in yamyam balıkları Akdeniz’e girdi. Balon balığı neredeyse Marmara’ya kadar geldi. Benzer şekilde Afrika’dan gelen tozlarla birlikte örümcekler, kurbağa larvaları gibi canlılar yağmurla taşınıyor. Eskiden bunları temizleyen predatörler ya da dengede tutan mekanizmalar vardı. Ancak artık bu denge değişti. Gelen türlerin baskın hale geldiği bir süreçteyiz. Bu doğal bir işgal. İnsanlık tarihi boyunca hep böyle oldu; topluluklar, türler birbirini işgal ederek değişti. Bu yüzden saf bir dünya zaten mümkün değil. İklim krizi bu sürecin hızlandırıcısı, ama tek başına sebep değil. İnsan, doğal olarak bu süreci tetikleyen bir faktör. Aslında bu sorular "yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan" meselesi gibi. İklim krizi kapıdaydı belki, ama insanın etkisiyle daha hızlı gerçekleşiyor. Dünya büyük periyotlarla değişim geçiriyor. Şu anda biz belki biyosistemin yok olacağı bir periyodun içindeyiz. Dünya belki daha da ısınacak, belki de hızla soğuyacak. Bunları öngörmek çok zor. Ancak bizim ekosistem üzerindeki etkimiz ve onu koruma çabamız inkar edilemez.
Bu bir umutsuzluk meselesi değil. Aksine, her bireyin sorumluluğunu fark etmesi gerekiyor. Japonya’dan örnek vereyim: Orada çöp kutusu kavramı bile yok, ama sokaklarda tek bir çöp tanesi görmezsiniz. Her birey, kendi ürettiği atıkları yanında taşır ve uygun bir noktada atar. Belediyenin görevi, altyapı sağlamak; caddeyi temizlemek değil. Bu kültürel bir eğitim meselesi. Herkes kendi sorumluluğunu almadığı sürece, dünya üzerinde hiçbir sorun çözülemez. Japon toplumu itaat etmeyi seven bir toplum, bireysel sorumluluğu sistemin parçası olarak görüyorlar. Avrupa’ya bakarsanız, en medeni şehirlerde bile çöp sorunu vardır. Türkiye’de bu kültürel fark çok daha belirgin. Bizde bireysel sorumluluğu almak yerine, belediyeden hizmet bekleniyor. Oysa bu küçük adımlarla değişebilir. Bir çocuğun yere atılan bir çöpü alması bile o hassasiyetin kazanabileceğini gösteriyor.