Bir Bina Kente Ne Söyleyebilir?

Yapay yaşam alanları yaratma sürecinin ortasında mimar ve onun tasarım çalışması varsa, bu sürecin sonu, mekanın somut karşımızda durduğu andır. Sürecin başı ise “düşüncedir”. Mimar, disiplinler ötesi bu sürecin odak ya da çıkış noktası gibi görünse de, aslında bir takım oyuncusudur ve doğru yerde doğru takım arkadaşları ile sonuca ulaşabilir.

Bu bağlamda yapay mekan yaratma sürecinin başı olan “düşünce” için ilk takım arkadaşı “felsefe”dir. Düşünür’dür.Günümüzde, sebep verecekleri sosyolojik, kültürel değişimleri düşünmeden, çoklukla artık sadece teknokratik bazda işleyebilen yapılar ve mekanlar yaratıldığından, mimari çalışmalarımızda felsefecinin düşüncesinden, onun yapıyı ve mekanı irdeleme şeklinden öğreneceklerimiz kaçınılmazdır.

Mimar gözlüğünden bakacak olursak bugün beton çağının bize kazandırdıklarını açıklamak, sadece siyah ve beyazı anlatmakla kalabiliyor. Oysa günümüz yapılaşmasının yaratacağı endişe verici sonuçlar apaçık ortada olduğu halde ve bunların doğruluğunun sorgulanması gerektiği halde; yine aynı mimar bütünselliği sonu gelmeyecek düşünsel bir analiz olarak değerlendirip, belki gereken zamanı da ayıramadığı için buna yer vermeyebilir.

Pragmatik analiz ve yol gösterimi alışkanlığı bütünü görmemeye neden olabiliyor. Bütüne yaklaşma, işimizi anlama ve kavrama yolunun başında ise mekanı “felsefe”’ ile anlamaya çalışmak geliyor. Bu nedenden dergimizin bu ve bundan sonraki sayılarında “mimarlık ve felsefe” köşesinin yol göstericiliğine yer vereceğiz.

AND AKMAN

Mimari bir yapının anlamlandırılmasında dikkate alınacak unsur, onun çevresiyle ve özellikle kent ile ilişkisi olacaktır. Özellikle teknolojik gelişim, böyle bir ilişkinin üzerinde ayrıca durulmasını gerektirmektedir. Çünkü önceki dönemlerden farklı olarak günümüzde teknolojik gelişimin beslediği her türlü ihtiyaç, bir binanın kent ile hem bir etkileşim hem de bir bütünlük içinde anlamlandırılmasını özellikle gerektirmektedir.

Hem bina ile kent arasındaki etkileşimi hem de bireysel ve toplumsal ihtiyaçları da yönlendiren teknolojik olanaklar, aynı zamanda geleceğe ilişkin tahminlerde bulunabilmemize olanak vermektedir. Gerçi teknolojik olanakların gelecekte neler getireceğini şimdiden kestirmek mümkün olmayabilir; fakat buna rağmen, bina, kent, bireysel ve toplumsal ihtiyaçlar arasındaki ilişkiyi belirleyecek -veya belirlemesi gereken- bir ilkeden söz edilebilir. Bu ilke, teknolojik olanaklarla ilgi içinde düşünülebilecek etik değerler olabilir. Çünkü bu değerler, teknolojinin temelinde bulunan ve aynı zamanda insan ilişkilerini düzenleyen rasyonellik faktörüyle de uygunluk içindedir.

Üzerinde duracağımız bu problemi, yani “bir binanın kullanım amacı, onun anlamını belirler” şeklindeki yargının bir adım öncesinde ise “insan eliyle inşa edilmiş her mekanın yani her yapının bir kullanım amacı vardır” şeklinde basit bir düşünce yatmaktadır. “Kullanım amacı” kavramının çeşitli yönlerden analizi ise bize bir binanın anlamını ne şekilde belirlediğini gösterecektir.

Bu makalede; “mimari yapı nedir?” sorusu, “mimari bir yapının anlamı nedir?” sorusuna indirgenip; “anlam” sorusu ise “kullanım amacı” kavramı ile ilişkilendirilerek açıklanmaya çalışılmıştır. Bu durumda “kullanım amacı” asıl üzerinde durulması gereken konuma gelmiş olur.

“Kullanım amacı”, “pratik” ve “değerler” olmak üzere ikiye ayrılır. ‘Pratik amaçlı’ kullanım denilince barınma, eğlence, spor vs. amaçlı gerek kişisel gerek toplumsal ihtiyaçlar düşünülmektedir. “Değerler” ise, estetik, etik, sanat gibi etkenlerin, felsefi görüşler tarafından oluşturulan, yani yine kişisel ve toplumsal özellikleri olan ve en geniş anlamda kültürel bir arka plan tarafından beslenen özellikler olarak düşünülebilir.

“Kullanım amacı”nın çağlara ve toplumlara göre değişebilmesi, kullanım amacı ile bir mimari yapının anlamı arasında çift taraflı bir etkileşimden söz edilmesine olanak verebilir. Diğer bir ifadeyle, mimari bir yapı, gerek bireyde gerek toplumda yeni ihtiyaçların doğmasına öncülük edebileceği gibi, yeni ihtiyaçlar yeni tasarımların ortaya çıkmasına vesile olabilir.

Örnek olarak bir konutu göz önüne alalım. Bireysel yaşamın toplumsal ilişkiler dışında kendini gösterdiği yerlerden birisi, şüphesiz konutlardır. Geniş aileden çekirdek aileye dönüşün de ötesinde bireylerin tek başlarına yaşadıkları mekanlar, bireylere diğerlerinden farklı bir mekan ve olanak sunmak durumundadır. Böyle bir mekan, bireylerin artık sadece kendi ihtiyaçlarını, beklentilerini karşılamak, bireyin kendi kendine kalmak istediği yerlerdir. Duvar artık iki komşu arasında aşılmaz bir engeldir. Bireyin kendisi ile dış dünya arasındaki sınır ise bir cam ile belirlenmiştir. Camın ötesi gökyüzüdür, denizdir, ağaçtır, evlerdir. Bu gördükleri bireyin hem dış dünyasıdır, hem de merkezinde sadece kendisinin bulunduğu evrenin bir parçasıdır. Bu merkez, bir sığınaktır, tutkularını, özlemlerini, sevgisini, hüznünü, üzüntüsünü tek başına yaşamak için özgürce seçtiği bir hapishanedir. Bilgisayarı, telefonu, televizyonu, evindeki eşyaları, sıcak suyu hep kendisine eşlik eden, yanlızlığını paylaştığı “cansız” bireylerdir; kullanım araçlarıdır.

Yeni ihtiyaçların ve yeni tasarımların kesişme noktasında yeralan teknolojik olanaklar, bir yapının anlamlandırılmasında yeni bir açılım olarak nitelenebilir. Bir yapı artık sahip olduğu teknolojik olanaklar çerçevesinde fertlerin birey olarak ihtiyaçlarını karşılayabildiği ölçüde tercih edilebilir, yani bir anlam taşıyabilir.

Bireyselleşme şüphesiz toplumun tümünü ilgilendiren bir özellik değildir ve belki de hiçbir zaman tam olarak gerçekleşmeyecektir; ama ne olursa olsun, ister bir geniş aile, ister çekirdek aile içinde, isterse tek başına yaşıyor olsun; birey, teknolojik olanakların artmasıyla artık kendine yönelik yaşama alanlarını çoğaltmaktadır: bilgisayarıyla, ceptelefonuyla, televizyonuyla birlikte yaşamaktadır. Daha yerinde bir ifadeyle, bu olanakları kendine sağlayacak mekanlara yönelmektedir. İşte bu mekanlar, ihtiyaçların, yani yeni “kullanım amaçları”nın biçimlediği, anlam verdiği yapılardır.

Bireyselliğin artması ve yaygınlaşmasının, insanın toplumsallığını ve toplumsal ihtiyaçlarını ortadan kaldırdığı söylenemez. Hatta tam tersine, görünen o ki, toplumsal yaşam da aynı zamanda zenginleşmektedir. Eğlence ve kültür mekânları, spor karşılaşmaları, kitle turizmi ve bunun çok yönlü sonuçları toplumsal kullanım biçimlerini yönlendirip belirlemekte ve yeni kullanım amaçları tanımlamaktadır. Bu durum, aynı zamanda “bina ve şehir” ikilisinin etkileşmesine sebep olmaktadır. Diğer bir deyişle bu etkileşim, özellikle konut, iş ve benzeri amaçlar için inşa edilmiş yapıların anlamlandırılmasında hatta tasarlanmasında öncelikle dikkate alınması gereken bir etken olarak yorumlanabilir.

Şüphesiz bir binanın içinde yer aldığı bütünlük ile olan ilişkisi yeni değildir. Yani “şehir” (veya yerine göre daha küçük ölçekte “köy” ve “kasaba”) kavramı her zaman kendini oluşturan yapılara anlam vermiştir. Daha yerinde bir deyişle, “bütün”, onu oluşturan yapıları etkilemiş, onlara anlam vermiştir. Mesela evler veya benzeri mekanlar ya bir kale içinde yapılmış ya doğal tehlikelere karşı ortak önlemler çerçevesinde inşa edilmişler ya da eğlence (mesela Las Vegas) üretim ve ticaret (mesela fabrika, tarım veya liman) kentleri olmalarına göre yine bir bütünlük içinde tasarlanıp kurulmuşlardır. Dolayısıyla bir bina, mesela bir kale içindeyse, güvenlikli olmak durumundadır. Böyle bir binanın üslûbu, mimari karakteri ne olursa olsun aynı zamanda güvenlikli olmak koşulunu da sağlamak durumundadır. Bu durumda, bir binayı kavramak, yani onun mimari özelliklerini anlamak için sadece o objenin dış görünüşüne (fizik özelliklerine), tarihine ve planına bakmak yeterli değildir; bir de bu objenin içinde yeraldığı bütünlüğün dikkate alınması gerekir.

Bir yapının böyle bir bütünlük içindeki yerine de bakılması, yani “bina-şehir etkileşmesi” kavramının da dikkate alınması, bize tek tek yapıların anlamlandırılmasında kullanılabilecek yeni bir ölçüt tanımlamamıza olanak verebilir.

Söz konusu ilişki elbette her zaman tek yönlü ve aynı karakterde olmayabilir. Çünkü, tarihi gelişimi içinde bir şehir önce güvenlik etkeni dikkate alınarak kurulmuş olabilir; ama daha sonra değişen koşullar sebebiyle ticaret veya üretim gibi etkenler belirleyici hale gelmiş olabilir. Bir yerleşim yerinin ortaya çıkmasında rol oynayan etkenler, gelişmesinde söz konusu olan etkenlerle aynı olmayabilir; dolayısıyla bir binanın kendisinin ve onun şehir ile olan etkileşimini tanımlayabilecek ölçüt de değişebilir.

Elbette böyle bir sonuçta da yine, yukarıda işaret edildiği şekliyle, “kullanım amacı” kavramına başvurulmasını engellemeyecektir.

Aynı zamanda böyle bir ölçüt kullanılarak, mesela Ortaçağ’da kaleler içinde kurulmuş şehirlerle günümüzde yine güvenliğin ön plana çıktığı uydu kentler, siteler veya benzeri yerleşim yerleri arasındaki farkı ve daha da önemlisi bu ikinci tip yerleşim birimlerinin gelişim dinamikleri kolayca ortaya konulabilir. Eğer görünenin anlaşılmasında bir ilke aranmazsa, yapılabilecek olan sadece tasvir etmekle sınırlı kalacaktır. Nitekim böyle bir durumda, farklı zamanlarda inşa edilmiş yerleşim birimlerini biribirinden ayıran özellik olarak, öncelikle teknolojik olanakların getirdiği farktan söz edilebilir. Çünkü Ortaçağ’da kaleler içine kurulmuş binalar ile günümüz siteleri içinde yer alan binalar arasında, sadece görünen özellikler açısından bakıldığında, teknolojik olanaklara bağlı farkları belirlemekle yetinmemiz gerekir. Halbuki günümüzde söz konusu türden bir yapının arkasında çok farklı bir sosyal anlayış ve değerler yatmaktadır. Böyle bir sosyal yapı, sonuçta günümüzdeki binaların kendine özgü birtakım kullanım amaçlarını bir tür ilke olarak kabul edilmesini gerektirmektedir. İşte bu veya benzeri özellikler, görünüşteki özelliklerin farkını ifade etmenin ötesine geçip, bir yapının anlamlandırılabilmesi için gerekli ilkelerdir. Ayrıca, binaların Ortaçağ’dan günümüze kadar ki değişimlerini belirleyen dinamikler ortaya konulmazsa, geriye yine sadece o yapının fizik özelliklerinin tasviri kalacaktır. Bu tasvir de binaların örneklerinin fotoğraflarla tespiti, planlarındaki değişikliklerin ortaya konulması, üslup ve iç ve dış detayların belirtilmesiyle sınırlı olabilir. Halbuki gelişimin bir de dinamik bir yönü olmalıdır. Bu dinamik yön ise birtakım ilkeler ışığında kavranılıp tasvir edilebilir. Bu ilke, yukarıda yapılan açıklamalar çerçevesinde, “kullanım amacı”dır.

“Kullanım amacı” kavramı bize hem gelecek hakkında tahminler yürütme hem de yapılacak tahmin için veri tabanı sağlamak olanağı da kazandırabilir. Aynı zamanda bu kavramı/ilkeyi, bir binanın yorumlanması veya anlamlandırılmasında onun şehirle olan etkileşimi ve böylece bir bütünlük içinde kavranılmasında da kullanabiliriz.

Bir binanın sahip olduğu özelliklerden söz edilmek istenirse, (o binaya ait üslup, plan, kullanılan malzeme vs. dışında, yani fizik özellikleri ve temsil ettiği değerler dışında) bulunduğu mahalli ayrıca dikkate almak gereklidir. Eğer bina şehir içindeyse, hangi bölgede yer aldığı, çevresindeki diğer yapılarla uyumu/uyumsuzluğu, yakınındaki veya bitişiğindeki yerleşim birimleri, tesisler, cadde ve sokaklar yine bu binanın konumunu belirleyen etkenlerdir. Bu etkenler, bir binanın anlamı ve kullanım amacı arasında yukarıda işaret edilen ilişkiyi biraz daha genişleterek düşünmemizi gerektirmektedir. Çünkü binanın –bu anlamda- konumu, onun kullanım özelliklerinin şüphesiz daha geniş bir açıdan düşünülmesi demektir. Gerçekten de bir yapının şehir içinde bulunduğu yer, onun sadece değerini değil, kullanım amaçlarını değiştirebilir, genişletebilir, daraltabilir veya kısaca etkileyebilir. Dolayısıyla kullanım amacı veya diğer bir deyişle bir yapının anlamı onun bulunduğu yer ve bütünlükle olan ilişkisiyle de doğrudan ilgilidir.

Bir binanın şehir ile olan bu ilişkisini -dolayısıyla onun anlamlandırılmasını da- çok yönlü ilişkiler ağı içinde düşünmek gerekir. Çünkü öyle görünüyor ki bir yapı günümüzde giderek içinde bulunduğu şehir ile daha sıkı bir ilişki içine girmekte ve aynı zamanda ona daha bağımlı hale gelmektedir. Bunun sebepleri arasında özellikle teknolojik gelişimi, güvenlik kaygı ve istekleri, sürekli değişen, karmaşıklaşan, yeni beklentileri ve olanakları beraberinde getiren sosyal yaşantıyı sayabiliriz. Yani bir bina zaten giderek bireyselliğini yitirmektedir. Bu durum, bireyin veya ailenin kendi mekanına artık sahip olmayacağı demek değildir. Değişim, binaların sahip oldukları anlamı ilgilendirmektedir. Barınma, eğlence, spor, sağlık gibi mekanları kendi içlerinde daha organize hale gelmelerini ve bunların da birbiriyle giderek bütünleşmesini, sonuçta şehirlerin böyle bir bütünleşmeye bağlı olarak biçimleneceğini bir varsayım olarak ileri sürmek mümkündür. Bu öngörü, yazının başlığı olarak niçin “30.03.3003” tarihinin seçildiğini de açıklamaktadır.

Şöyle ki; bir bina ile şehircilik anlayışı arasında bir bütünlük ve dolayısıyla bir uygunluk yoksa, bu yapıların -yukarıdaki anlamda- hem rasyonellik hem ekonomik olma özelliklerinin minimize hale gelmesi ve sonuçta ahlak ilkeleriyle çatışma durumu sözkonusu olacaktır.

Çünkü böyle bir şehirde işgücü kaybı, zaman kaybı, bireysel ve toplumsal yetenekler törpülenecek, bilim, sanat veya benzeri etkinlikler verimsizleşecektir. Bu anlamda rasyonel ve ekonomik bir işleyişten söz edilemeyecektir. Bütün bunlar aynı zamanda, kent ile bütünleşmeyen, yani yerine göre hizmet, ulaşım, korunma gibi çeşitli yönlerden kent ile entegre olmamış binaların kullanım özelliklerinin zayıflaması ve dolayısıyla anlamlarını yitirmesi sonucunu doğuracaktır.

Böyle bir durumda da kent içinde yaşayan bireylerin çeşitli haklarının çiğnenmesi kaçınılmazdır. Çünkü bireyler, o kentin rasyonel olmayan yapısı ve ekonomik yetersizlikleri dolayısıyla hizmetlerden yoksun kalacaklar, çeşitli etkinliklerden yararlanamayacaklardır. Bu sonucu ise etik değerlerle bağdaştırmak herhalde mümkün değildir.

Ulaşılan bu nokta, bir yapının değerlendirilmesinde, yorumlanmasında, anlaşılması ve anlamlandırılmasında çıkış noktası olarak, niçin “bir bina kente ne söyler?” şeklindeki bir sorunun seçildiğini de ortaya koymaktadır. Çünkü binalar içinde yer aldıkları kent ile entegre olamamışlarsa, kullanım özelliklerinin de minimize hale gelmesi, dolaysıyla bu tür binaların gerçekte bir anlam taşımaması ve kentle arasında olması gereken bir diyalogun bulunmaması sonucu ortaya çıkacaktır.

Öte yandan, “bir bina kente ne söyler?” sorusunun cevabının üçbinli yıllarda aranmasının sebebi, bugünü karakterize etmek, günümüzü anlamlandıran ve bizi geleceğe taşıması mümkün temel parametreleri saptayabilmektir. Dolayısıyla asıl amaç, geleceği kurgulayarak bugünü anlamlı kılabilecek özellikleri bulmaktır. Bu bakımdan, gelecek hakkında birşeyler söylemek için fütürolojik özellikte varsayımlara başvurmaya hiç gerek yoktur. Çünkü amaç, geleceğe yönelik ekstrapolasyon yaparak bugünün temel parametrelerine ve onun özelliklerine ulaşabilmektir.

Bu temel parametrelerden birisi, yukarıda açıklanan sebeplerden dolayı teknolojidir; diğeri ise etik ilkelerdir. Bu iki özellik arasındaki ilişkinin dayanağı, teknolojinin rasyonellik ve ekonomik olma özelliğidir. Bu özellik, hem bugünün anlaşılmasında hem de geleceğe ilişkin kestirimlerde bulunmada kullanılabilir. Çünkü teknolojinin rasyonel olarak kullanılmaması ve yaygınlaştırılmaması, yukarıda işaret edilen çerçevede birey haklarının da ihlali anlamına gelecektir. Bu durumun etik ilkelerle bağdaştırılması sözkonusu değildir.

Diğer bir ifadeyle teknoloji, rasyonel düşüncenin bir ürünüdür; bu özellik aynı zamanda onu geliştirmek ve kullanmak için dikkate alınması gereken bir etkendir. Rasyonellik, hem teknolojinin kendisi için hem de onun kullanılması için gereklidir.

Öte yandan insan davranışlarının birer makine gibi tamamen rasyonel olması beklenemez. İnsanın bu özelliği, teknolojinin kendisinin ancak rasyonel düşünceyle oluşturulabileceği gerçeğini ortadan kaldırmadığı gibi onun bu yönüyle çeliştiği de söylenemez. Hatta kent-birey ilişkisinde birisi diğerini özellikle gerektirmektedir. “Rasyonellik” ancak etik değerler aracılığıyla gerçekleştirilebilir.

Teknolojinin diğer bir özelliği, insanlığın geleceğini olumlu birşekilde tek başına biçimlemekten uzak olmasıdır. Çünkü teknolojinin, insanlık üzerine bütün olumlu katkılarına rağmen, bireyler arası dengesizliğe hatta onun felaketine sebep olması da mümkündür. Aradaki bu kırılgan sınır, öyle görünüyor ki ancak insanlığın etik değerleri ile sağlama alınabilir. Dolayısıyla tek başına teknolojik gelişim, insanlığın geleceğini biçimleyecek, hatta biçimlemesi gereken bir özellik olarak nitelendirilmemelidir. Bu sebeple teknolojik gelişimin bu açıdan da etik değerlerle irtibatlandırılması ve bu değerlerin onu yönlendirmesi mutlaka gerekir. Çünkü ancak etik değerler aracılığıyla teknolojik olanaklara insan faktörünü dahil edebiliriz. Dolayısıyla tek başına teknoloji, bir binayı kullanışlı ve dolayısıyla anlamlı kılan bir etken değildir. Bunun bir sebebi, rasyonelliğin teknolojiye değil de onu kuran insana ait bir nitelik olmasıdır.

Bu durumda ancak etik değerler, teknolojinin rasyonel ve ekonomik olmasını, aynı zamanda da insan odaklı olmasını sağlayabilir. Bunun da ötesinde, bir kent ile binaların bütünleşmesinin rasyonel olarak sağlanmasında ve aralarındaki ilişkilerde insan faktörünün dikkate alınmasında yine etik değerler karşımıza çıkmaktadır. Kısaca etik değerler, geleceği belirleyen temel ilke olacaktır.

ŞAFAK URAL KİMDİR?

İlk ve orta öğrenimini Ankara’da tamamladı. 1971 yılında DTCF Felsefe Bölümünden mezun oldu. 1977 yılında İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sistematik Felsefe kürsüsüne asistan olarak atandı. 1978 yılında “Pozitif Bilimlerde Basitlik İlkesinin Belirlenmesi Yolunda Bir Deneme” başlıklı çalışmasıyla Doktor unvanını aldı. 1979-1980 yıllarında Viyana Üniversitesi I. Felsefe Enstitüsünde çalışmalar yaptı. 1982 yılında İÜ Edebiyat Fak. Sistematik Felsefe ve Mantık Anabilim Dalı’na Yardımcı Doçent olarak atandı. 1983 yılında Doçent oldu. 1988 yılında Profesör unvanını aldı. İstanbul Üniversitesi Rektör Yardımcılığı görevini 2004-2009 tarihleri arasında yapmıştır. Edebiyat Fakültesinde, kurucusu ve başkanı olduğu Mantık Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi olarak görev yapmakta ve Felsefe Bölümü Başkanlığını yürütmektedir.


Yorum yaz...

Teşekkür ederiz. Yorumunuz onaylandıktan sonra yayınlanacaktır.
Üzgünüm. Yorumunuz gönderilemedi. Lütfen tekrar deneyin.
  • (Yayınlanmayacak)