Biyoyapı Nedir?
Eğer yapılaşmanın ve yerleşmenin odağında, teknolojik-fiziksel, ekonomik ve mimari çıkarların yerini ilk sırada -saygınlığıyla, fiziksel ve ruhsal sağlığıyla- insan alabiliyorsa, "yapı biyolojisinin" yapı sektörünün tüm alanlarında kabul görmesi son derece doğal olacaktır.
Oysa hem devlet yönetimince hem de kamusal araştırmacılar tarafından konunun ele alınması bile gereksiz görülmüş, hatta yapı biyolojisinin varoluşu bazı üniversite profesörlerince ortaçağa dönmekle eş anlamlı görülmüştür. Yapı biyolojisinin günümüzde kavram olarak tabana en fazla yayılabilmiş olduğu orta Avrupa’da bile durum 20 yıl önceki çevre koruma çalışmalarına benzemektedir. Coğrafyamızda ise yapı biyolojisi bir yana, çevrecilik kavramı bile özümsenmeden uygulanmaya çalışılmaktadır. Bu kavram devlet tarafından ekonomik gelişmeyi engelleyen bir lüks olarak algılanmaktadır. Bugün yapı biyolojisi alanında; ne ülkemizde, ne de dünya genelinde en üretken ülke olan Almanya’daki üniversite ve benzeri kuruluşlarda bile, yapılaşma alanında araştırma yapan bir enstitü, biyolojik-hümanist-bilimler bölümü olmadığı gibi meslek okullarında da uzmanlaşma olanakları bulunmamaktadır.
Yapı ve yerleşim olgumuzun içinde bulunduğu derin krize bir başka işaret de şudur: Son yıllarda yapılan sosyolojik araştırmaların neredeyse hepsi (Avrupa ölçeğinde binlerce araştırma) yapılaşmış çevrenin sosyal ve psikolojik önemini tamamen görmezlikten gelmektedir.. Bu gerçeklerin ışığında; mimarlığın, yapılaşmanın ve yerleşmenin duyarlı olan herkes tarafından bilinen kültürel çöküşüne karşı aciz kalacağı gerçeği ortaya çıkmıyor mu?
Piyasaya sürekli olarak yeni yapı malzemeleri, yapı donatım ekipmanları, mobilyalar vs. sunulmaktadır.. Bu ürünler; özlü biyolojik ölçütler yerine, salt ekonomik-teknolojik ve fiziksel ölçütlere göre değerlendirilip, çekici reklam kampanyaları ile tüketiciye ulaştırılmaktadır. Bu bağlamdaki belki de tek doğru, bir kobay haline gelen insanın “tüketici” tanımlamasına indirgenmesi olsa gerek.
Örgütlenen yeni yapı ve yerleşim alanları, beraberinde (dikkate alınmayan, bütünü öğretilmeyen) çok yönlü yeni sağlıksal etkileşimler getirir. Yapılaşmada alanın jeolojik nitelikleri dikkate alınmamaktadır. En geniş kapsamı ile modern yapı sektörü, insanın dirimsel hedefi olan “bedensel-ruhsal ve toplumsal” refahını en yüksek düzeye ulaştırmaya çalışmak yerine bugün daha çok köstek olmak durumundadır. (World Health Organization, WHO’nun tanımlamasına göre)
Yapıların canlılar üzerindeki sağlıksal etkilerini inkar etmemek için bu tür ortam etkileri hakkında çok fazla bilgi sahibi olmaya herhalde gerek yoktur. Doğa bilimlerinin bilgi kuramına göre (özellikle biyolojinin ve etolojinin) her canlı, mikro kapsamda (yapı, tabiat) ve makro kapsamda (iklim, atmosfer, evren) çevresinin bir ürünüdür ve bu çevre ile etkileşim içerisindedir. Örneğin hava değişimlerinin (İstanbul’da lodos rüzgarının) insanın refah algılayışına olan etkileri! Floranın ve hayvanların (ve kendisini dünyanın efendisi gören insan) iklime olan bağımlılıkları!
Yaşantımızın %90’ını yapay yollardan oluşturulmuş kapalı mekanlarda geçirdiğimize göre, bu yapay çevrelerin duvarlarının, tavanlarının, iç donanımlarının vs. niteliklerini önemsemeliyiz.
Bugün özellikle batı toplumlarında üzerinde önemle durulan bir konu olan “sağlıksal tedbirlilik” yani hastaları tedavi etmek zorunda kalmak yerine, başından hastalanmamak için önlemler almış olmak kapsamında yapıların taşıması gereken yaşamsal koşullar (konut hastalıkları ve kapalı ortama bağlı sağlıksal etkilenimler zaten kanıtlanmış olduğundan) dikkate alınmalıdır. Bilimsel çalışmalara ve kanıtlamalara dayanan gerçekleri, ayrıntılara inmeden (diğer yazı dizilerinde kapsamlı bir şekilde değinileceği gibi) aşağıdaki şekilde sıralayabiliriz:
Hayvanlar ve bitkiler üzerinde yapılan kapsamlı deneyler sonucunda yapısal- ve jeobiyolojik olumsuz ortam etkileri, hastalanmalara, kısırlığa, verim düşmesine, duyarlılığa ve yaşamsal beklentilerin azalmasına yol açmaktadır.
Birçok araştırmacı bugüne kadar binlerce obje ve çalışma ile, belli ortamlarda insan, hayvan ve bitkilerin hastalandığını kanıtlamışlardır.
Hijyenik açıdan insanın saatte 30 - 60 m³ temiz havaya ihtiyacı olduğu uzun zamandır bilinmektedir. Oysa günümüzdeki konutlarda, okullarda, iş yerlerinde, iç mekan yüzeyleri yeteri kadar nefes alamadığından (difüzyona kapalı) bu ihtiyaç çok küçük bir oranda karşılanmaktadır. Neticede öncelikle nefes darlığı, yorgunluk, performans düşüklüğü, sağlıksal dispozisyon, zehirlenme vs. görülmektedir.
Modern yapılarda oda havasındaki nem oranı %20 - 30 (kış aylarında) gibi, ekstrem sayılacak kadar düşük değerlerdedir. Sağlıklı bir iç mekanda nem oranı %40 - 60 arasındadır. Düşük nem oranı ile oluşan kuru hava özellikle soğuk algınlığı, astım, baş ağrısı ve halsizliğe yol açar.
Tehlikeli kimyasallar ile üretilmiş olan çeşitli yapı malzemeleri, yapıştırıcılar, boya ve cilalar ile evlerde kullanılan temizlik maddelerinden sağlığa zararlı buharlar açığa çıkmaktadır.
Günümüzde yapılarda yaygın olarak kullanılan bir çok yapı malzemesinin radyoaktif kirlilikleri, yeryüzündeki doğal ortam emisyonlarından kat kat fazladır. Bilindiği gibi bu alanda sağlığa zararlı olmayan, tolare edilir bir dozaj belirlemesi yoktur.
Konutların, okulların, iş yerlerinin büyük çoğunluğunda, plastik maddelerin, sentetik reçineli cilaların vs. kullanımı, ayrıca elektrik tesisatının ve ekipmanının gerektiği kadar yalıtılmaması nedeniyle, sağlıksal sakıncaları olan tahrişsel bir elektroiklim (elektrostatik yükler, kutup evinimi, tek taraflı iyonizasyon, elektromanyetik alternatif alanlar vs.) bulunmaktadır. Metabolizmamızda sürekli stres yüklemesi yaratan bu kangren iç iklim, kendisini öncelikle yorgunluk, sinirsel yakınmalar ve kalp rahatsızlıkları şeklinde belli eder.
Sağlığımız açısından ultraviyole ışığın varlığı son derece önemlidir. Bugün yapılarımızda kullandığımız pencere camları ise atmosferden gelen ültraviyole ışığı tamamına yakın bir oranda dışa yansıtmaktadır.
Atmosfer ile bedenimizdeki hücre ve organlar arasındaki yaşamsal önemi olan yük değiş tokuşu-etkileşimi (havadaki iyon dengesi, havadaki doğal elektriksel alanlar, düşük frekanslı alternatif alanlar, arzi ve yersel mikro dalgalar), modern konutlarda önemli ölçüde aksamaktadır. Halsizlik, uyku düzensizlikleri, performans düşüklüğü, kan dolaşımı aksaması, depresyon semptomlarının nedenleri aynı zamanda bu aksamalara da bağlanmaktadır.
Psikologlar ve etologlarca yapılan araştırmalara göre doğaya yabancı olan kütlesel ikametler ile giderek yaygınlaşan psikolojik-ruhsal hastalıklar arasında yakın bağlantılar vardır. Nezaketsizlik, sıkılma, kendi kabuğuna çekilme, nevroz, duygusuzluk, saldırganlık, bayağılık, depresyonlar gibi günlük hayatımızda artık kabullendiğimiz rahatsızlıkları çoğu kez bir hastalık olarak görmeyiz bile.
Almanya’da yapılan istatistiklere göre ortam hastalıklarının artma oranı ile nüfus yoğunluğunun artma oranı aynı paralelliği göstermektedir (örneğin büyük şehirlerde hasta oranı, nüfusu 2000 den az olan yerleşim birimlerine göre % 60 daha fazladır).
Yapı şekli ve kat sayısı sağlıksal etkiler açısından küçümsenmemesi gereken önemliliktedir. Kat sayısı arttıkça hastalanmaların sayısı da artmakta, apartman dairelerinde yaşayan insanlar müstakil bahçe içerisindeki bir evde yaşayanlardan ~3 kat daha fazla hastalanmaktadırlar.
Sağduyumuz bize bu gerçeklerin ciddiyetle ele alınmasının zorunlu olduğunu, köklü bir dönüşüme yol açması gerektiğini söylese de, yapı biyolojisini sağlığımızı muhafaza etmek konusunda ihtiyati bir faktör ve bir terapi olarak görebilecek seviyenin henüz daha çok uzağındayız. Bu bilgeliğe ulaşabilmek için öncelikle kamuoyunun aydınlatılması ve eğitim çalışmalarının yapılması şarttır.
YAPI – İNSAN İLİŞKİSİ
Evimiz, yuvamız bir yapı-organizması olarak algılanmalıdır. Evimizi, yuvamızı üçüncü bir deri, bize en yakın yaşamsal çevre olarak tanımlamak da somut ve doğru olur. Bu üç tanımlama, bize en yakın çevre olan yapıya tüm yönleriyle ne kadar bağımlı olduğumuzu açıkça göstermektedir.
Tanımsal olarak yapı biyolojisi, insan ile yapılaştığı çevre arasındaki bütünsel ilişkilerin öğretisidir.
Burada tanımlamanın odak noktasını bütünsellik olgusu, yani holistik düşünce oluşturmaktadır. Güncelliğimize şekil veren problemlerin çözümlenebilmeleri için, tüm bilgi dağarcığımızın tümel ve bütünsel bir kavuşma içerisinde olabilmesi ve mevcut holistik bilgi kuramını uygulamaya aktarabilmesi gerekmektedir.
Yapı biyolojisi teriminin geniş ve manevi anlamı, kavramı oluşturan kelimelerin anlamsal açılımlarına baktığımızda gördüğümüz yakınlıklar ile ayrıca karşımıza çıkmaktadır.
Biyolojinin (canlılar) ve yapılaşmanın (yerleşim çevresi) bütün alanları, loji”nin (logos-deyi) yönlendirmesi altında disiplinler arası bir giriftlik göstermektedir. “Logos” Herakleitos’un felsefesinde varlığın yasası, evrensel zorunluluk; Hegel’in sisteminde kavram, akıl, mutlak ruh’tur. Disiplin olarak yapı biyolojisi, kültürel-biyolojik bir anlam içerir, kapsamı sınırlı olmayan, daha çok disiplinler ötesi niteliktedir.
Holizmin ve aklın hegamonyasında insan ve kültür, yapılaşmanın ve yerleşmenin odağını oluştururlar. Bio-lojik ilkelerin eksikliği nedeniyle öğesel yerleşim gereksinimleri yeterince karşılanamadığı takdirde, yapı kültürü ve sanatı çöker, yapılaşma basitleşir, ruhsuzlaşır, sorumsuzlaşır. İnsanın bedensel ve ruhsal olarak içinde kuruduğu ve köreldiği mevcut koşular, tıkanmışlığımızı tüm açıklığı ile bize yaşatmaktadır.
Yunanca’dan gelen heceler olan logos, arch (başlangıç) ve ur birbirlerine akrabadırlar. Aynı paralellikte Biyologie, Architektur (mimarlık) ve Kultur (kültür) kavramlarıda. Yaşamın orijini ve bütünlüğü, yaratılışın kuralı bu kavramlar ile ifade bulmaktadır. Bu bağlamda mimar (Architekt) fail ve eser sahibidir, asli bir yaratıcıdır.
Yazar ve mimar Otto Bartning bu konuda şöyle diyor:
“Biz mimarlara da, özgürlüğümüz için gerekli cesaret ve yapılaşmak için gerekli güç, sadece sevgi ile yaratıcı bir çaba içerisindeki insanın bu temel misyonuna olan düşkünlüğünden ve dingin bağlılığından gelmektedir”.
Günümüzde güvenli bir çevreye, yaşantımızın tüm dönemlerindeki gelişmelerin doğadan ve biyolojiden kopuk olmamasına duyulan özlem, tarihin hiç bir döneminde bu kadar fazla olmamıştır. “Doğa kendisini insana değil, insan kendisini doğaya göre yönlendirir” temel gereği altında günümüzde biyolojik yapılaşma ve yaşam, gün geçtikçe önem kazanmaktadır. Bu doğrultuda yapı biyolojisinin temel ilkelerinden beklentilerimiz ne olmalıdır? Bunlar: Yapıların ve yerleşim alanlarının hastalıklara ve çevre kirliliğine ne denli sebebiyet verdiklerini araştırıp belirlemek. Bu belirlilikler doğrultusunda çevre sağlığı ve insan sağlığına yönelik alternatif yapı, kent tasarımları ve yapı detayları geliştirmek ve yapı malzemelerine biyolojik bir eleştiri getirmek biçiminde özetlenebilir.
Sağlıklı, mutlu bir yaşantı için, iç ve dış uyum için belirleyici olan, doğasal - insancıl bir yerleşim çevresidir. Böylelikle biyolojik yapılaşma ve yerleşim giderek artan ölçüde anlam kazanmış olur. Eksikliği halinde ise hepimizin hedefi olan bedensel, ruhsal ve toplumsal refah mükemmelliğine ulaşamayız.
Bu ideali bugün ne yazık ki çok uzaktan seyretmekteyiz. Mutsuzluk ve ümitsizlik uygar dünyayı sardığı gibi, çevre-kaos, sağlıksal felaketler, soykırım ve nesil tükenmesi, kalabalık-stres, kültürel çöküş, kanser hücreleri gibi oluşan konutlar, günlük yaşantımızda bize eşlik eder oldu. Yüzeydeki maddesel refah ile yetinen birçoğumuz buna alıştı, yoruldu ve kayıtsızlaştı.
Sadece teknokratik bazda işleyebilen bir yapının değeri ne olabilir? Nesnel gelişmelerin doruk noktasına, tinselliğimizi harcayarak ulaştığımızda, bu refahın ve görüntünün anlamı ne olacaktır? Bugün pek de itiraz edemeyeceğimiz bu gerçeğimize bir cevap ya da arayış olarak ele aldığımız yapı biyolojisinin ve ekolojisinin temel ilke ve amaçlarını aşağıdaki gibi sıralayabiliriz.