“Şehirlerde Yapıların Rolü Önemli Ama Her Şey Yapılar Değil...”
Emir DRAHŞAN
Emir DRAHŞAN Mimarlık
Kenti tanımlayan; yapıların, boşlukların ve yüzeylerin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan çevredir. Buna ulaşım ağları, hava kalitesi, yeşil alanların kullanımı, içinde yaşayan insanların kültürü, yönetim biçimi hepsi dahildir, yani kentin altında olup biten de üstünde ne olup bittiği kadar önemlidir.
Öncelikle sizi kısaca tanıyabilir miyiz?
Çizim yapmayı çok severdim ve annemin de iç mimar olması sebebiyle orta okul yıllarından beri mimar olmayı hayal ediyordum, lise ikinci ve son sınıfta Mahir Güven’in atölyesine gittim. Galatasaray Lisesini bitirdikten sonra Paris ESA’da (Ecole Spéciale d’Architecture) Mimarlık eğitim aldım. Yaklaşık on yıl kadar Fransız ortağım Alexandre Schrepfer ile birlikte LEAinvent ofisini yönettim. Daha sonra sürdürülebilir akıllı kentler üzerine bir master yaptım. Şuan da da Karaköy’de bulunan ofisimde mimari ve kentsel ölçekli projeler yapmaya devam ediyorum. MATU Mimarlık ile ortak yürüttüğümüz projelerimiz var. Önümüzdeki dönemlerde daha çok kentsel ölçekli projelere yönelmek istediğimizi ve yeni heyecanımızın bu yönde olduğunu söyleyebilirim.
Fotoğraf: Elif Simge Fettahoğlu
Bundan sonraki hayat planınız Türkiye’de mi devam edecek?
Genel anlamda öyle diyebiliriz. Ancak Paris’e de gidip geliyorum, orası ile aramda güçlü bir bağ var. Ustam diyebileceğim, başarılı kadın mimar Odile Decq Lyon’da bir okul açtı ve okulda sürdürülebilir akıllı kentler ile ilgili master programı açmak adına benden bir takım beklentileri var. ESA’da dört yıldır atölye yürütücülüğü yapıyorum. Geçen yıl da ilk kez Türkiye’de Bilgi Üniversitesi’nde atölye yürütücülüğü yaptım. Önümüzdeki dönem ne gösterir bilmiyorum ama daha çok Türkiye’de olmakla birlikte Fransa ile de ilişkilerin devam ettiği bir hayatım var. İki ülkenin üniversiteleri arasında işbirliği ile üniversiteler arası Kentsel Tasarım Atölyesi kurmak gibi bir planımız var. Ancak henüz hiç bir şey kesin değil sadece fikir aşamasında ve üzerinde çalışıyoruz. Gelişmeler oldukça sizlerle paylaşırım.
Peki mimarlık sizin için ne ifade ediyor?
Mimarlığı inşa edilmekte olan çevreyi ve dünyayı değiştirmek için bir araç olarak görüyordum. Etrafıma bakıyordum, İstanbul kentini inşa edilirken ve değişirken gördüm. Aslında bunun bir şekilde travmaya yol açtığını sonradan fark ettim. Çünkü bir şeye bağlanıyorsunuz ve o bir şey daha sonra yok oluyor. Bu bir ev, duvar, ağaç olabiliyor. Genç ve naif bir mimarken inanılmaz bir değişim yaşandığını ve bu değişimi tasarımlarımla etkileyebileceğimi, mimarinin böyle bir şey olduğunu zannetmiştim. Yanıldığımı daha sonraları anladım tabi ki...
Peki hem Fransa’da hem Türkiye’de yaşamış bir mimar olarak her iki ülkeyi binaların çevreye etkisi boyutunda sürdürülebilirliklerini kıyasladığınızda neler söyleyebilirsiniz?
Paris, sürdürülebilir - ekolojik diyebileceğimiz yapıya sahip bir kent. Bir kere şehir tek tek bina mantığı üzerinden değil bütüncül bir vizyon üzerinden tasarlanmış, dolayısıyla belli bir sistem üzerinden yaşayan bir organizma gibi... Şehirlerde yapıların rolü önemlidir; ama her şey yapılar değildir, kenti tanımlayan, yapıların, boşlukların ve yüzeylerin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan çevredir. Buna ulaşım ağları, hava kalitesi, yeşil alanların kullanımı, içinde yaşayan insanların kültürü, yönetim biçimi hepsi dahildir, yani kentin altında olup biten de üstünde ne olup bittiği kadar önemlidir, hele ki Paris gibi bir şehirde yaşıyorsanız bunu daha iyi görebilirsiniz. Paris altyapısı, kanalizasyon sistemleri ile şehir içinde bir şehir, Paris’e tüm bileşenleriyle, bütünsel açıdan baktığınızda anlam kazandığını söyleyebilirim.
Bugün Fransa ve Avrupa’da tüm yönetmelikler sürdürülebilirlik prensipleri üzerinden yeniden yazılmakta. Sadece Yönetmelik yetmiyor tabiiki, bununla beraber mimarlık, mühendislik ve inşaatla ilgili tüm meslek gurupları da konuyla ilgili sıkı bir eğitimden geçirilmekte. Aynı şekilde okullarda da konular derinlemesine ele alınıyor.
Türkiye de halen konu bir moda ve pazarlama argümanı olarak görülüyor. Tabiiki ekolojik bir yapının aylık giderleri ekonomik bir avantaj ancak konunun ulusal hatta global bir bilince dönüşmesi lazım. Bu da daha küçük yaştan itibaren herkese konunun öneminin anlatılması ile mümkün. Sadece yapı ölçeğinde değil, öncelikle kent/kırsal ölçekler ve günlük yaşam alışkanlıkları perspektifinden konuya yaklaşmak gerek diye düşünüyorum...
Narköy
Malzeme seçimlerinizde nelere dikkat ediyorsunuz?
Yine Paris örneği üzerinden gidersek, şehirde yoğunlukla taş binalar var ve taşın getirdiği bir süredurum söz konusu. Taşın kalınlığı, kendi başına sağladığı izolasyon, havalandırma sistemlerini içine oturtabilmeniz vs. ile aslında Paris’e baktığınız zaman, bütünlüğü oluşturan yerel malzemeleri taş sayesinde oluyor. Bu durumun Paris’i inşa eden mimarlardan bağımsız, taşın ortaya koyduğu bir durum olduğunu söyleyebiliriz. Bu anlamda birincil yapı taşını doğru seçer ve doğru bir şekilde yönlendirirseniz tek bir malzeme üzerinden kentin bütünlüğünde bir uyum yakalanmış oluyor ve sürdürülebilir bir mantık içinde kenti oluşturabiliyorsunuz.
Bu bağlamda malzeme de neye dikkat ediyorsunuz diye sorduğunuzda İstanbul’da o kadar çok çeşitlilik var ki sizin neye dikkat ettiğiniz çok da önemli olamıyor. Yaşayan bir kent olduğu için de hız, çıkardığınız toz, şehri meşgul etmeniz gibi kriterler inanılmaz önemli bir hal alıyor. Bana göre betonarme İstanbul için çok doğru bir malzeme olarak görünmüyor. Dolaysıyla şu anda Şişhane’de devam etmekte olduğumuz bir projemizde çelik kullanmayı tercih ettik. Hiç ıslak imalat yapmadan, iki ay içerisinde çevreyi rahatsız edecek kısmı bitirmeyi ve süreç boyunca minimum ses kirliliği ve toz çıkmasını amaçladık.
Narköy
Türkiye de halen konu bir moda ve pazarlama argümanı olarak görülüyor. Tabiiki ekolojik bir yapının aylık giderleri ekonomik bir avantaj ancak konunun ulusal hatta global bir bilince dönüşmesi lazım.
Prefabrik sistemlerde ise kullanılan malzemeden çok hangi malzemeyi nasıl ve hangi teknoloji ile kullandığınız önemli. Örneğin Goldenkey Kartalkaya’da Türkiye’de ilk defa bir otel yapısında, ardgerme ALA-SAWA sistemiyle betonarme bir bina inşa ettik. Kullandığımız sistem dolayısıyla normalde kullanacağımız betonun yarısı kadar metreküp beton kullanırken ardgerme beton teknolojisi ile bunu harmanlayarak yüksek statik performans ve çok geniş açıklıklar elde ettik. Bu sistem deprem anında hareket edip tekrar yerine gelebiliyor ve böylece betonarme binayı çok şiddetli bir depremden sonra da yeniden kullanabiliyorsunuz. İleriki bir dönemde binayı bambaşka bir şekilde yeniden işlevsellendirebilirsiniz. Bu şekilde bir anda betonarme, hem metreküp safriyatı anlamında, hem teknoloji kullanımı hem de kalite olarak avantajlı oluyorsunuz, sürdürülebilirlik açısında da sistemin ömrü 300 yıl ve binanın cephesini farklı şekillerde söküp defalarca yeniden yapabilme imkanı sağlıyor. Böylece bizler mimar olarak geleceğe bir sistem bırakmış oluyoruz ve ihtiyaca göre gelecekte esnek bir şekilde şekillenebiliyor.
Goldenkey Ski Resort
Mimarlık eğitimini Paris ve Türkiye arasında kıyasladığınızda neler söylersiniz?
Türkiye için bu konuda üzülüyorum; çünkü çocuklar çok zekiler fakat yanlış yerdeler. Mimarlık bölümünün yetenek sınavı ile öğrenci alması ve bu mesleği gerçekten isteyen kişilerin yapması gerektiğini düşünüyorum. Bunun ilerleyebilmesi için ise liselerde doğru oryantasyon gerekli, bu açıdan Türkiye’de sistem yanlış. Fransa’da da mükemmel değil ama en azından yetenek sınavı bir bariyer koyuyor aynı zamanda da bir çok öğrencinin yolunu açıyor.
Modern mimarinin yeni trendi ‘Biyofilik Tasarım’. Biyofili farkındalığının yükselişine sizce neler sebep oluyor? Biyofilik tasarıma sahip bir yapıda ne gibi değerler öne çıkıyor?
Her şeyi teorik hale getirmek ve felsefi bir boyuta oturtmak aslında batı mimarisinin bir takıntısı diyebilirim. Bence mimari, kavramdan öte onu yapan insanın hikayesi ile ilgili... Aslında şunu konuşabiliriz; insan kendi doğasından çok farklı bir şey yapmıyor, kendi doğasındaki vahşilik, kapitalist ekonomik düzende bazı şeyler işin içinden çıkılmaz bir hal aldığında bir yerlerde yanlış yapıldığı anlaşılıyor. Çocuklar normalde yapması gereken çok basit bazı becerileri bile kaybetmeye başladılar ve bu kez çocukların en azından doğayı gözlemleyebilecekleri ve doğa üzerinden kendilerini daha iyi tanımlayabilecekleri ortam oluşturma çabası içerisine düşüldü. İşin içerisindeki sıkıntı şuradan çıkıyor; kendimizi koruma iç güdümüz o kadar mantık ve kontrol dışı bir hal almışki kendimizi şehirlere hapsetmişiz. Kendi kendimize hapishaneler, anıt mezar konutlar inşa ettik. Yapmamız gereken şey doğayı doğru bir şekilde gözlemleyip, kendi beden ve ruh birlikteliğimiz üzerinde doğa ile aramizdaki ilişkiyi doğru anlayıp kendi kendimizi yok etmekten kurtarmak. Ekolojistlerin verdiği savaş da bu diye düşünüyorum.
Goldenkey Ski Resort
Türkiye’de ilk defa bir otel yapısında, ALA-SAWA sistemiyle betonarme bir bina yaptık; fakat prefabrik bir betonarme sistem kullandık.
Kent ve kırsalı konuşacaksak, ikisini aynı anda konuşmamız gerekiyor, biz kentte kırsalı kırsalda da kenti arıyoruz. Kırsalda yaşama özenirken, bunu da gidip Şile’de villa yapmak olarak algılıyoruz. Kırsalda yaşayanlar ise dört, beş katlı apartman yapmayı ve içine de dizilerde gördükleri son tarz seramikleri döşemeyi kentleşme olarak algılıyor. Aslında olayı baştan itibaren belli bir dengede ve uyum içerisinde planlamak gerekiyor.