Malzeme Muhteşem Bir şey Onun Çeşitliliği Beni Heyecanladırıyor...
Selçuk Avcı
Avcı Architects
Nurus Sponsorluğunda
Fotoğraf : Can Görkem Halıcıoğlu
Malzeme seçimlerinizde ki kırmızı çizgi nedir diye soruyorsanız bence doğru cevap doğal malzeme kullanmak. Ben her şeyeaçığım, yeni bir malzemeye de, daha evvel kullandığım ve içli dışlıilişki kurduğum malzemeye de... Sürdürülebilirlik konusu bir çizgi çiziyor zaten ve yerellik bir mesele... Sürdürülebilirliğin bir ölçütü de kullandığın malzemenin belirli hassasiyetlerle üretilebiliyor olması.
Çevre duyarlı yapı malzemeleri ve Türkiye’deki durumu ile ilgili düşüncelerinizi alabilir miyiz? Projelerinizde malzeme seçimi yaparken bu kriter ne kadar etkili oluyor?
Bu sorunuzu tarafımızdan tasarlanan, yakın zamanda en yüksek LEED katergorisi olan LEED Platinum Sertifikası almaya hak kazanan Ankara’daki Türkiye Müteahitler Birliği (TMB) Binası örneği üzerinden cevaplayarak güncel bir örnek verelim.
TMB Binası’nda işveren ve bizim tarafımızdan verilen çok açık ve net bir kural vardı, o da yerellik kuralı. Sürdürülebilirliğin kurallarından bir tanesi de zaten yerellik; ayrıca dediğim gibi bu yapı Müteahhitler Birliği’nin kendi binası olduğu için orada Türkiye üretimi, Türkiye’li üretim diye ayrı bir kural daha daha koyulmuştu. Dünya’nın neresinde olursak olalım bir malzemenin kullanılacağı yerle, üretildiği yer arasındaki mesafe az olmalı. Mesela bir seçim şansı varsa, İstanbul’da kullanacağın bir taşı Bursa’dan getirirsen Kars’dan getirmekten daha iyi olur.
Genel anlamda projelerinizde malzeme seçiminde nelere dikkat ediyorsunuz?
Tasarımsal açıdan bir çok faktör giriyor işin içine. Yerellik, bir yere aidiyet bizim için estetik açıdan da, görsel açıdan da fiziki, açıdan da önemli bir mesele... Bu malzeme bizim hep kullandığımız malzemedir diye bir kuralımız yok.
Mesela Summa’nın genel merkez binasında doğal bir malzeme kullanmak istedik. Otoparktaki araçları görmemek amacıyla metal ve filmli camla bir kontrast yaratmak istedik. Renk ve dokunuş olarak sıcak bir malzememi olsa diye düşünürken tam o noktada acaba ahşap mı yapsak dedik, sonra aklımıza korten geldi. Korten kullanmayı çok istediğimiz bir malzemeydi, doğal olarak lekesi olan paslı bir malzeme... İşverenler korteni paslı bir malzeme olduğu için biraz garip buluyorlar genelde ama Summa’da bu isteğimizi hemen kabul ettiler, bizim seçimlerimize çok inandılar. Bu da zaten yatırımcının tasarımcıya inanıp güvenip teslim olmasıyla doğru orantılı bir şey; çünkü tasarım yapıldıktan sonra malzeme kısmına olan müdahalelerde sorun çıkıyor diye düşünüyorum.
Mimarın ürettiği bir heykel, aslında çok sofistike, çok katmanlı bir heykel...basit bir heykelden bahsetmiyoruz. Bir mimar kavramsal ya da herhangi bir nedenden dolayı bir şey seçtiği zaman onun içerisinde %100 ne olacağını bilemeyebilir, bilhassa bu yeni ve daha evvel denemediği bir form ise ona da bir angajman gerekiyor, onu planlamak için... Bir görsel yaratıyorsun, ben şöyle olmasını istiyorum diyorsun, ondan sonra başka birisi geliyor bunun rengi kırmızı o zaman şunu kullanalım gibi bir şey söylüyor, işte o olmamalı. Mimarın da kendi çizdiği şeyin sonunda yarattığı efektleri düşünüp pozitif / negatif bir ilişki kurması gerekir aslında ve bu o kadar kolay bir şey değildir. Bazen tam olamayacağını düşündüğün anda yeniden bir yaratıcılık dönemi başlıyor. O yüzden konseptin imalatında mimar olarak orada olman lazım; çünkü imalat süreci devam ederken tasarımda devam ediyor.
Kullanmaktan vazgeçemediğiniz ve ilk aklınıza gelen ana yapı malzemesi nedir?
Kullanmaktan vazgeçemediğim bir malzeme yok diyebilirim,kendini bir malzemeye adayıp her yerde onu kullanmak… Bazen keşke olsa diye düşündüğüm olmuştur, Tadao Ando’nun çizdiği her şeyi beton yaptığı gibi ama bu biraz zor. Mimarinize tek bir malzeme seçimiyle kimlik vermek bana pek doğru gelmiyor çünkü biz yapıları kendimiz için değil diğerleri için yapıyoruz.
Malzeme muhteşem bir şey, onun çeşitliliği de beni heyecanlandırıyor. Ne bileyim madene gittiğim zaman madendeki taşı da kullanmak, malzemenin toprağıyla eşleşmek isterim. Sıkça kullandığın bir malzeme ne? diye sorarsan eğer; mesela ahşabı bir ara çok sık kullanıyordum. Doğal malzemeler beni daha çok heyecanlandırıyor. Ama doğal derken hakikaten doğal olmasını isterim. Ahşap görünümlü alüminyum, yada parke görünümlü vinil gibi şeyler olamaz. “Görünümlü” kelimesinde bir problem var...
İç tasarımda daha serbest davranabiliyor insanlar ama ben tasarımlarımda o serbestliği tadamıyorum; çünkü kendimi bir defa o çerçeveye koymuşum. Onun doğası neyse onu, kendisini yansıtmaktan yanayım, onu bozup başka bir şeye benzetmek bana yanlış geliyor. Buraya gelen malzemeci bir arkadaş ahşap bir malzeme gördü bizim görsellerimizde ve bizde de böyle bir şey var deyip seramik ahşap gösterdi yani ahşap “görünümlü” seramik. Yine “görünümlü” kelimesiyle çarpıştık, ve tabi ki olmaz dedik.
Malzeme seçimlerimizdeki önceliğimiz ise; doğal malzeme kullanmak. Ben her şeye açığım, yeni bir malzemeye de, daha evvel kullandığım ve içli dışlı ilişki kurduğum malzemeye de... Tabi ki sürdürülebilirlik konusu bir kırmızı çizgi çiziyor, yerellik mesela her zaman bir mesele. Sürdürülebilirliğin bir ölçütü de kullandığın malzemenin belirli hassasiyetlerle üretilebiliyor olması. Mesela ahşap herhangi bir ahşap olamaz, onun eğitilmiş ormanlarda üretilmesi gerekiyor.
Ahşabı nasıl kullanırım? Ahşabı yine doğasıyla birlikte kullanmaktan yanayım, ahşabın üstüne boya ya da cila çekmekten yana değilim. Dış cephede bile ahşabın iklimle kendisi başa çıksın, kendisi evrilsin, resmi kendisi ortaya çıkarsın isterim. Zaman içerisinde o eskime, aynı bizim eskimemiz, bir şarabın eskimesi gibi ayrı bir bir tat veriyor.
Malzemede de öyle, o eskimeyi görmek istiyorum, aşınması, uçlarının kırılması bana bir haz veriyor. Dolayısıyla o “gibilik” -mesela ahşap gibi bir seramik- hiçbir zaman aşınmayacağı için yapılıyor diyorlar ama ahşap görünümlü bu malzeme hiç aşınmıyor, yüz sene sonra bu gene aynı görünümde deseler bile, özellikle ben aşınmasını istiyorum, ayaklarımın izlerini görmek istiyorum, terlemesini istiyorum, çatlamasını istiyorum, çünkü doğası bu.
Kendinize bir ev yapmak isteseniz ve yapsanız bu nerede, nasıl ve hangi malzemelerle yapardınız?
Şehir içerisinde farklı hareket edebilirim veya doğa içerisinde daha farklı hareket edebilirim. Hangisini tercih ederdiniz diye sorarsanız? İkisini de... Şehirde yaşam benim için çok muhteşem bir şey, bilhassa böyle tam merkezde şehir hayatının yoğun olduğu yerler bana çok cazip geliyor; ama yinede seçtiğimiz nokta tarihi bir nokta oluyor genellikle. Lübyana’da da öyle, Londra’da da öyle... Lübyana’da orta çağdan kalma bir şehrin tam göbeğindeyiz...
Peki yeni bir bina mı yapardınız yoksa eski bir binayı restore mi ederdiniz?
İkisine de açığım ama şöyle: eski bir binanın bir ruhu var ve o ruhu ben niye denemeyeyim diye sorabilirim. İçinde bulunduğumuz böyle bir binanın ruhu sadece yapılmasıyla gelmiyor, burada yaşayanların bıraktığı izlerle, onların hayaletleri, onların kokuları, hikayeleri binaya canlılık veriyor. Sizin buradaki yaşamınız onların bir katmanı oluyor. Örneğin biz bu ofisimize yerleştikten bir süre sonra kapımız çaldı ve yaşlı bir adam ile küçük bir kız, ‘kusura bakmayın biraz çat kapı oldu ama biz eskiden burada yaşıyorduk ve merak ediyoruz evimiz nasıl diye’ geldiler. Tabi biz çok hoş bulduk bu durumu. ‘Yunanlı bir aileyiz eskiden burada yaşıyorduk’ dediler, içeri davet ettik gezdiler, anlattılar yani bu bahsettiğim şey yaşanmışlık...
Yeni bir bina yaparsam da o bina bağırsın, ben burdayım desin istemem, bu benim için bir ihtiyaç değil. Sadece ünlü olmaktan kaynaklanan bir hisle olmasındansa, mütevazi bir şey olmasını tercih ederim. Dolayısıyla malzemesi, yere aidiyeti benim için önemli bir unsur. Etrafta taş binalar varsa gene onlarla bir diyaloğu olmasını isterim. Doğada da aynı şekilde hareket ederim diye düşünüyorum. Bir tarafım tamamen kaybolup orada hiçbir şey yokmuş gibi bir bina yapmamı söyler, öbür tarafımsa çok heykelimsi narin ve kendisini çok rahat orada hissettiren bir bina yapmamı söyler.
Hangi malzeme dersen beton bana çok enteresan gelir. Betonu, yeterince kullanmadığımı hissediyorum. Betonla biraz daha yüzleşmek istiyorum. Kendi evim olacaksa betonu iyice işleyebilirim. Beton sürdürülebilirlik açısından iyi bir seçim değil belki, saf beton kullanmayarak belki hemp beton yada sıkıştırılmış toprak kullanabilirim, yine malzemeyi bir şekilde o doğal yöne doğru çekmeye çalışırım.
Kerpiç kullanır mıydınız?
Kerpiç, tabiki. Doğa içerisinde yapacaksam bir ya da iki katlı olduğunu düşünerek söylüyorum,sıkıştırılmış toprak, tezek bile kullanırım.
Ülkemizde özellikle son yıllarda LEED ve BREEAM gibi yeşil bina sertifikasına sahip projelerin sayısı artıyor. Bu sistemleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Çevre dostu bir bina üretebilmek için sertifika sistemleri yeterli mi?
Değil tabiki, yani sertifika almak mecburiyeti yok, sertifika sadece bir derecelendirme...
Mesele şu: aslında sürdürülebilirlik ve ekolojik tasarım dediğimiz şey aslında doğasında zararlı olan faaliyetler barındırıyor. Yani salt yapılaşma zararlı bir şey. LEED sertifikasyon sistemi de aslında bunu legalleştiriyor. Bilhassa Türkiye’de sürdürülebilirlik, ekoloji ve benzeri kavramların biz çok erken bir safhasındayız şu anda. 1971’lerde Amerika’da ‘Derin Ekoloji’ diye bir kavram oluştu, bu terim ortaya konduğu zaman daha sürdürülebilirlik tanımlanmamıştı. 1987’de sürdürülebilirlik tanımlandı.
Derin ekolojinin kurgusu sığ ekolojiye karşıt olarak gelişti. Derin ekoloji tamamen paradigmamızı değiştirmemizi öneriyor. Neden her an büyüyelim, neden endüstrimizi her an geliştirelim, neden şehirlerimiz daha da büyük olsun, neden yollarımız daha da geniş olsun, neden gökdelenlerimiz daha da yüksek olsun... Buna ihtiyacımız var mı? Ekonomik olarak devamlı büyümemiz gerekiyor mu? Daha fazla ürün satmamız gerekiyor mu? Kişiyi frenliyor ve bir anda itiyor bu mesele, dolayısıyla bu meselenin boyutlarını biz yeterince kurcalamıyoruz şu anda ve LEED gibi sistemler bunu yeterince sorgulamıyor. İşin ardında çok sorular var.
Türkiye’nin de yerel yeşil bina sertifika sistemini oluşturmak için ÇEDBİK bünyesinde çalışmalar yapıyorsunuz. Bu konu ne aşamada sizden bilgi alabilir miyiz?
Türkiye’de bu durum biraz karışık, herkesin bir yerel olma ihtirası var. Onun arkasındaki motivasyon çeşitli kişilerin arkasından başka yerlerden geliyor. Hükümetin motivasyonu ayrı olabilir kişilerin motivasyonu ayrı olabilir. Geçen gün Güran Gökyay ile konuşuyorduk ve onun söylediği bir şey benim çok ilgilimi çekti. Güran durumu şöyle ifade etti. “ISO 9001’i herkes sorgulamadan kullanıyor, hiç birimiz Türk malı bir ISO yaratmaya teşebbüs etmedik ve buna ihtiyaç duymadık. Nedense yeşil bina sertifika sistemleri sorgulanıyor, bir kurum, mesela ‘USGBC’, bunun ötesindeyse bunu dünya çapında bir standart haline getirmekte bir zarar yok.’ Bu enteresan bir yorum bence.
Bu görüşe karşılık eğer TOKİ’ye giderseniz oradaki algıda şu; LEED kullanırsak bize yabancı malzemeleri satın aldırmaya çalışacak diye bir algı var, o da tabi ki tamamen yanlış, çünkü LEED’in ana meselelerinden birisi zaten yerellik. Aslında tam tersi çünkü LEED’de yerellik ön planda.
Başka bir görüş ise; neden ekonomik kaynağımız dışarıya gitsin yönünde çünkü gerçekten iyi kazanıyorlar ve bizde onun bir parçasıyız, biz de kazanalım, diye görüşler var.
Ben ise dilerim ki; Dünya çapında bir sertifikasyon sistemi olsun ve herkes bir çatı altında toplansın, hem fikir olsun. Bütün dünyadan bahsediyoruz burada aslında çünkü ekosistem bir bütün. Bu yüzden Güran Gökyay’a biraz da olsa hak veriyorum.
LEED Sertifikası’nın başka bir boyutu daha var: Oluşturulduğu yerin iklimsel ve kültürel şartları. Mesela bisiklet kullanımı ama Türkiye’de pek bisiklet kullanan yok... olsun mu? tabi ki olsun, ama kullanan yok ve oraya çok ağırlık veriliyor. Seni bisiklet parkı koymaya zorluyor sistem ancak bu şehirde bisiklete binme şansın yok. Bunun ardından yolları, bütün alt yapıyı değiştirmeniz gerekiyor. Onun için yerelleştirilmesinde fayda var. USGBC buna açık mı peki? Açık olduğunu düşünmüyorum ve ben illaki LEED kullanın, şunu kullanın, bunu kullanın, diyen birisi de değilim. Belki BREEAM’i seçebilirim çünkü zaman olarak daha önce oluşan bir sistem ve benim için felsefik olarak daha iyi bir yere oturuyor.
Ama doğrusu ben sertifikaları sıkıcı buluyorum. Prosedür olarak da benim için çok şart değil; fakat yapıldığı zaman ekibi disipline ediyor, işverenin algısını yükseltiyor, daha evvel düşünmediği konulara kafa yormuş oluyor. Galiba hiç düşünmediğimiz şeylerdi inşaat yapıldığı sırada şehre verilen zarar, oradan çıkan ve sokaklara sıçrayan çamur. Mesela kamyonların tekerleklerini yıkarsanız 1 puan alıyorsunuz. Müthiş bir şey bence, insanların algısını artırıyor ve inşaatçılar da düşünmeye başlıyor.
Ama tabi uzun zamandır bu sistemleri uygulayan ülkelerde standartlar artık yönetmeliklere entegre olmuş. Örneğin İngiltere’de BREEAM alma çabası çok azaldı çünkü yönetmelikler BREEAM’e uydu, ve hatta bazı noktalarda daha yüksek standartları hedefliyor. Bu durumda yönetmeliklere uyduğunda zaten sertifikaya ihtiyaç kalmıyor.
Sonuç olarak ama sertifika Türkiye için çok iyi bir şey çünkü daha yönetmelikler çok yetersiz. Bizim o noktaya gelmemiz biraz zaman alacak.